Mekkeli yöneticilerin maruz bıraktıkları işkenceler karşısında Müslümanların bir kısmı korku ve çaresizlik içinde dinlerini gizlemek zorunda kalıyordu. Bunun üzerine Felak ve Nas Sureleri ile Allah kendine sığınıp hangi konularda yardım istenmesi gerektiğini bildirdi. Bu iki sureye sığındırıcı (muavvizeteyn) adı verilmiştir. Ancak bu sözcüğün kesinlikle “koruyucu” anlamına gelmediğini de bir önceki yazıda anlatmıştık.  Şimdi de Nas Suresi ile insanların Allah’a sığınmaları gereken şerlerin (zararlıların) sayılmasına devam edilmektedir. “Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım’ de! ” (Nas Suresi, 1–6)
 
Ayette geçen “Rabb” sözcüğünün “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” manasında olduğunu İkra ve Müddessir Surelerini yorumlarken anlatmıştık. Müşrikler, Kabe’nin “Rabbi ve keriminin” Ebu Cehil’in olduğuna inanıyordu. Toplumda yetkili kişilere Rab olarak hitap ediyorlardı. Bundan dolayı da Allah, Alak Suresi’nin ilk beş ayeti ile müşriklerin yanlış inançlarını hedef aldı. Alemlerin yaratıcı Rabbi olan Allah’ın en büyük kerem sahibi olduğunu duyan Mekke’nin yöneticileri telaşlandılar. Çünkü bu mesaj onların yetkilerini elinden alıyordu.
 
Şayet ayet, “Allah adına oku” demiş olsaydı, onlar böyle bir mesaja telaşlanmayacaklardı. Çünkü onlar zaten uzaklardaki bir Allah’a ve onun yaratıcılığına inanıyordu. Ancak onların inandığı bu Allah, insanlara uzaktan bakıyor, yaptıkları işlere hiç karışmıyordu. Bu yönetici kadro kendilerini Allah adına yetkili ve etkili rab olarak görüyordu. Hatta bunlar Allah ile kulun arasında aracılık da yapmaktaydı. Her şeyi “Allah adına” yaptıklarını söylüyor ve buna da inanıyorlardı. Putları ilah edindikleri için onlara yakarıyor, onlara dua ediyor, onlardan yardım diliyorlardı. Bu ayetler onların batıl inançlarına indirilmiş bir darbeydi. Nas Suresi ile de insanlara putlara, hükümdarlara, meliklere, insanlara,  ölülere sığınılmayacağı; sığınılması gereken makamın Rableri, hükümdarları ve ilâhı olan Allah olduğu belirtilmekteydi.
 
Buradaki sığınma, insanların göğüslerindeki (kalplerindeki, zihinlerindeki) vesvese veren “hannas”ın şerrinden sığınmadır. “İnsanlara vesvese veren hannasın şerrinden, insanların işlerine hâkim olan Rablerine sığınırım. O Rabb, insanların ilâhıdır, mabududur” denilerek yapılan bir sığınmadır. Bu sığınma, tıpkı bir kölenin, tehlikeye maruz kaldığında hizmetinde bulunduğu velisine yönelip yardım istemesi gibidir.
 
MELİK: Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “melik”, “hükümdar, kral” demektir. “Melik” sözcüğü, “me-le-ke” fiilinden türemiştir. “me-le-ke”, “malik ve sahip olmak (yönetim gücü)” demektir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah’tır; çünkü Kuran’da mülkün yalnızca Allah’a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır.
 
İLAH: Sözlük anlamı “örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk” demek olan “ilâh” sözcüğü, genelde “ibâdet edilen, tapınılan, ululanan” nesnelerin ortak adı olmuştur. “İlâh” sözcüğünün “ihtiyaçları gideren, işlenen amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden(huzur, rahatlık veren) yücelik, hükmü altına alıp koruyan, musibet anında koruyan” anlamlarının yüklenmiş olması gösterilebilir.
 
Cahiliye devri insanları kendilerine korkulu ve sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları ilâhlar ediniyorlardı. Bu ilâhlar sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce yaşayıp ölmüş olan şahıslar da tapınılan ilâhlar arasında idi. Nitekim “Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler” (Nahl 21)  ayeti ile konuyu açıklık getirmektedir. Müşrikler, ilâh edindikleri putların kendilerinin dua ve yakarışlarını işittiklerini ve kendilerine yardım edebilecek güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı. “Hannasın kötü fısıltılarının şerrinden ki o, insanların göğüslerinde vesvese verir. Gerek cinlerden gerekse insanlardan.” (Nas Suresi-4,6)
 
Allah’a sığınılması gereken haricî (dış) düşmanlar Felâk Suresi’nde tanıtılmıştı. Bu surede ise içimizdeki düşman tanıtılmaktadır. Bu düşman geri plânda gizlenmiş olarak durmakta, kötülüğe sürüklemek için sürekli vesvese vermekte, sinsi telkinlerde bulunarak zarar vermek istemektedir.
 
VESVÂS: Vesvese “alçak bir sesle, fısıltı ile gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek” demektir. “Çok sinsi, gizlenen, gizlilik siyaseti güden” anlamına da gelir. “Hannas” sözcüğü ise “gizli düşman, derin düşman” anlamındadır.  Bu bizim içimizdeki şeytandır; ham düşüncemiz, İblis’tir. Yani hevamızdır, kötü huylarımızdır. Gizli düşmanlarımızsa çevremizdeki şeytanlaşmış kişiler, güçler ve kurumlardır. (Daha fazla bilgi için Tebyin-ül Kuran’a bakabilirsiniz)
 
“Cinn”, halk kültüründe “İnsan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağanüstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar veren, erdirici, yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık” olarak bilinmektedir.
 
Halbuki “Cinn” sözcüğü “cenn” kökünden türemiş bir sözcük olup sözcüğün asıl anlamı “Bir şeyi duyulardan saklamak”tır.
Cennet: “Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer” demektir.
Cinnet: “Aklı, fikri saklanmak, delirmek” demektir.
Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: “Savaşta kullanılan kalkan”, kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.
İnsanın sözcük anlamı “Beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demektir.
 
İNS ve CİNN NE ANLAM GELMEKTE
Mağrip (batı) ve maşrık (doğu) sözcükleri, “batı-doğu” şeklinde söylendiğinde anlam, sadece iki yönü kapsamaz, bütün yönleri kapsar. Örnek olarak Müzzemmil  Suresi’nin 9. ayetinde “Rabbu’l-meşrikı ve’l-mağribi” (Doğunun, batının Rabbi) ifadesi, sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Bu da “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Ve  “cinn” algılanamayan varlık” olurken “ins”in ise algılanabilen varlık olması dolayısıyla, “cinn” ve “ins” sözcüklerinin birbirlerinin karşıtı olduğu görülmektedir.
 
 “O, insanı [görünen, bilinen varlıkları] pişmiş çamur gibi kuru balçıktan [değişken bir maddeden] yarattı. Ve cannı ateşin dumansızından [enerjiden] yarattı. (Rahmân,14-15)  Ve hiç kuşkusuz biz, insanı [görünen, bilinen varlıkları] çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan [halden hale giren bir maddeden] yarattık. Ve cannı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden [engel tanımayan enerjiden] yaratmıştık. (Hicr, 26- 27) Ayetler konuya açıklık getirmektedir.
 
Not: Kuran ayetleri, Kuran’ın dışında olan rivayetler ile tefsir edildiğin zaman, Kuran’ın kendisi değil, rivayetlerin söylemiş olduğu mana anlaşılmakta. Yani Kuran’ı anlamak yerine işi kitabına uydurarak rivayetlerin dediği mana ortaya çıkmaktadır. Bu tefsir anlayışı ilk bakışta iyi görülmektedir. Ancak insanları Kuran’dan daha çok uzaklaştırmaktadır. Örneğin Kuran, rivayetler ile anlaşıldığında Felak ve Nas Sureleri dertlere deva, hastalıklara şifa, sihir, büyü ve cin gibi şeylere karşı kalkan oluşturacak ya da onlardan yardım dilemek amacıyla okunulacaktır.
 
Hâlbuki Kuran ayetlerinin anlaşılması için ayetlerin içerisinde ki tüm Arapça sözcükler anlaşılır hale getirilerek manası anlaşılmaya çalışılmalıdır. Şayet konu bu şekilde de anlaşılmazsa bir önceki ve bir sonraki ayetlerin vermiş olduğu mana ile konu anlaşılmalıdır. Ya da konu Kuran’ın kendi içerisindeki oluşan bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir.  Yani ayetleri anlamak için süreler konu konu  (mecm necm)  anlamaya çalışılmalıdır, sürelerin iniş nüzul sıraları da göz önüne alınmalıdır. Kuran tertil üzere okunmalıdır.