Yirmi yıla yakın Zonguldak’ta ya yaşıyor olmama rağmen ilk kez maden ocağına iniyorum… Hep merak etmişimdir, maden ocağı nasıl bir yer, insanlar hangi şartlarda çalışır, ne yer, ne içerler? Kömür karası değil, ekmek parası olan maden ocakları inip kendi görüşlerimi yazacak olmak, kapalı alan korkumun bile önüne geçti. Maden Mühendisi Şükran Uzun, Kebire Kel ve Serap Elibol ile birlikte kadın maden mühendisi olmanın zorluklarını yaşayarak gördüm. Üzülmez Müessese Müdürlüğü’ne gittiğimizde bizi karşılayan Serap Hanım ocaktan yeni çıkmış olacak ki beyaz elbiseleri renk değiştirmişti. Serap Hanım’ı işçiler ana yerine koymuş saygıda ve sevgide kusur etmiyor. Sıkıntılarını ve dertlerini direk Serap Hanım’la paylaşıyor. Yıllarını maden ocağına vermiş bir kadın olarak Serap Hanım’a duyulan bu sevgi ve güveni yerinde buluyorum. Bize özel getirtilen elbiseleri giyerken bir yandan da konuşmaya başladık. Müesseseye, kadınların giyinecekleri yıkanacakları banyolar yakın tarihte yaptırılmış. Erkelerle aynı banyoyu kullanmak zorunda kalmışlar uzun yıllar. Bulunduğumuz yerde soyunma ve yıkanmak için bir de duş kabini vardı. Etrafıma baktım, buradan bir kadının geçtiği ayan beyan belliydi. Lavabonun önünde kocaman bir ayna aynanın konsolundaysa kırmızı küpeler, kırmız bir rujla kol bilekliği duruyordu. Bir de parfüm. Bu beni mutlu etti çünkü kadın olan her yer güzeldir, temizdir, tertiplidir.
“YA TUVALET İHTİYACI NE OLACAK?”
Aklıma “Bir maden mühendisi kadın, ocağa inerken de makyaj yapar mı?” sorusu takıldı. Gayet güzel ve bakımlı olan Kebire Hanım cevap verdi, “Neden olmasın isterse yapar, o kendi bileceği şey, madene makyajla girilmez diye bir kural yok.” Ekliyor sonra, “Aman” diyor “sakın ola sulu bir şeyler içmeyin, tuvalet ihtiyacınızı da giderin.” “Neden?” dedim gülüştüler, “Orada tuvalet yok.” “Nasıl yani?” dedim, “ne yapıyorsunuz, saatlerce orada kalıyorsunuz, olacak şey mi bu? “İşte kadın madenci en büyük sorunlarından biri de bu” dediler. Kuyu başına doğru ilerlerken cep telefonumu ayarlıyor ses kaydı yapmaya hazırlanıyordum. Telefonun kesinlikle yasak olduğunu söylediler. Ardın da birçok yasak saydılar. Hepsi meydana gelebilecek kazalardan işçileri korumak içinmiş. Ana binaya giriş yaptık burada hazırlanıp son kontrollerden geçip kuyudan kafes ile madene iniş yapacaktık. İlk önce lambahane denen bölüme geçtik. Burada baretlerimize madenci lambalarını belimize de oldukça ağır olan gaz maskesini takttık. Gaz maskesinin çok önemli olduğunu dinlerken, 92 yılında bu maskeler olsaydı 293 kişinin birçoğunun bekli de şimdi aramızda olabileceğini duymak tüylerimi ürpertti.
LAMBANIN YERİ BOŞ KALIRSA
Lambahane madenin en can alıcı bölümü bence, orada sesiz bir çığlık var, sıralı dizilmiş yüzlere lamba, gaz maskeleri, her biri bir işçiyi temsil ediyor. Vardiya bitiminde gelmeyen, başına bir şey gelen işçiler burada belli oluyor. Mesela vardiya çıkışı işçiler geldi, çıkışlarını yaptılar. Görevli hemen kontrol ediyor, örneğin 118 numaralı lamba yok. Hemen alarm başlıyor, hummalı bir kargaşa yaşanıyor. 118 numara kayıp ve arama başlıyor. O yüzden lambahane sanki herkessin yükünü, kaderini taşıyor. Sessizliğe gömülmüş gibi ta ki vardiya bitip tüm işçiler geri gelecek,118 yerinde konacak, o zaman lambahanenin dili çözülecek. Şarkılar türküler söyleyecek, halay çekecek… Şimdilik işçilerin yolunu gözlüyor sesiz sedasız. “Uğur ola madenci” diyerek madenciler uğurlanır. Gelişlerindeyse, “Geçmiş olsun” denirmiş, bu terim dünyanın her yerinde geçerli imiş.
“ESEN RÜZGAR NEREDEYSE YERE YIKIYORDU BENİ”
Oldukça sesli bir şekilde gelen asansöre 10-15 kişi doluştuk. Yeraltına, -230 kotuna vardığımızda kafes durdu. Şimdi ayak denen üretim yerine gitmek üzere, oturakları dahil her şeyi demirden yapılmış, boyu sadece 2 metre olan fayton denen vagona bindik. 20 dakika kadar gittikten sonra uzun bir yürüyüş başladı. Maden ocağı şehrin yeraltındaki gölgesi gibi. Burada da ana caddeler, caddeleri bir birinden ayıran küçük yollar var. Her şey tıpkı bir şehir havasında. İlk kapı denen yerden geçerken o kadar şiddetli rüzgar akımı vardı ki, iliklerime kadar dondum. Ne olduğunu anlayamadığım için de çok korktum. Buranın hava kapısı olduğunu öğrendim, ocak içi havalandırmanın dışarıdan aldığı yüksek basınç kapı açılırken içeriye bir vakum oluşturuyordu. Maden ocağına ilk kez adım attığım için ürperdim. Burası resimlerinde gördüğüm haberini yaparken baktığımız medyaya yansıyan görüntülerden çok daha farklıydı. Yerler su, çamur içinde ve kaygandı. Üç metre taban-tavan yüksekliği, üç metreye yakın da taban genişliği vardı. Bir de insanının genzini yakan bir kokusu vardı, tarifi imkansız rutubet karışımı çok ağır bir koku. İlk önce öksürük tuttu beni. Alerjik olabileceği söylendi. Çünkü ocakta çok çeşitli kokular, tozlar değişik bir hava vardı. Güzel olan tek koku, ağaç kütüklerini kesen işçilerin etrafa yaydığı tanıdık odun kokusu idi. Çalışan motorun dumanı ocağın içini sisli bir havaya dönüştürmüştü. O yüzden fotoğraf dahi çekemedik. Etrafıma bakmaktan yürüyemiyordum. Her geçtiğim yerde o kadar ilginç görüntüler vardı ki, bir de koskoca bir şehrin altında olmak, yapılan ahşap tünelin arasından görünen kaya ya da kömüre dokunmak, hem çok heyecanlı hem de bir o kadar ürkütücü idi.
“MADENDE İŞ YARIM BIRAKILMAZ”
Madende herkes birbirine selam veriyor iyi dileklerde bulunuyor. Kadın madenci olmak, burada bir şey ifade etmiyor. Herkes birbirini koruyor yaptıkları işe özen gösteriyor. Yapmadıkları eksik bıraktıkları bir işin ise, başkalarının ölümü demek olduğunun bilinci ile daha da sorumluluk duyuyor. İçerisi oldukça sıcak, nefes almak da zorluk çekiyorum. Seyahat süresince kadın madencilerle ocak kazası ve kaza sonrası hakkında sohbetimize devam ediyoruz. Emekli mühendis olan Şükran Hanım’a kaza haberlerine bakış açısını soruyorum. “Kaza anı herkesin bakış açısına göre değişiyor.” diyor. Devam ediyor sonra. “Haberciler yakalayacakları en güzel karelerin derdine düşüyor. Benim gibi bakmıyor. Ben Kozlu maden kazasında, kuyu başında hem canlı yayın kanallarıyla yakın ilişkide oldum. Ben oradaki olaya bir madenci, bir Zonguldaklı olarak bakıyorum. Kazaya onlar haber spikeri olarak bakıyor ve sansasyonel tarafını ön plana çıkarmaya çalışıyor. Duyguyu değil daha çok tiraj yapacak görüntüleri bulmaya çalışıyor. Bunu çok net hissettim. Orada habercilere eleştiri getirdim. Gerçek sorunlara değinmelerini istedim. ‘Kozlu’daki kaza da taşeron problemi vardır.. Bunun üstünde durmalısınız. Taşeron sorunu bu kazanın olduğu gibi Zonguldak’ın da en önemli sorunudur’ dedim. Hiç dikkate almadıkları gibi haberlerine de yansıtmadılar. Polemiğe girmek istemediler, tepki alacakları şeylere değinmekten basın kaçındı. Ağlayan birini buluyor çekiyor, orda bitiyor. Onu anlamaya çalışmıyor. Ha şu da tartışılır anlamak zorunda mı haberci? O işini yapıyor.”
“HERKESİN HATIRASINDA BİR YİTİK MADENCİ VAR”
Şükran Hanım devam ediyor anlatmaya. “Görevim gereği işçilere yıllarca meslek eğitimleri verdim. İşçi ile aramızda oluşan yakınlıktan dolayı, iş kazasını anlatırken ya kendilerinin yaşamış olduğu kazayı anlatıyor. Ya da ailesinden birinin uğradığı kaza sonrasında ölüğünden söz ediyor. Mesela babasını kaybetmiş, kardeşini kaybetmiş… Onların öyküsünü anlatmaya başlıyor. Onunla ilgili en son aklında kalanları anlatıyor. Konuştukça bu konu çok ilgimi çekmeye başladı. Çünkü kazaları hep yaşıyoruz ama sonrasını hiç merak etmiyoruz. Aradan yıllar geçmiş, kaza geçirenin yakını işe başlamış duygularını anlatırken bende de o fikir oluştu. Maden mühendisi arkadaşım Emine Uzun ile düşüncemi paylaştım ve birlikte bu çalışmayı araştırmaya başladık.1992 Kozlu maden şehitlerinin ailelerine ulaştık. Bir tane, iki tane derken 70 aile ile görüştük. Aslında bu olayın göründüğünden de daha derin bir konu olduğunun farkına vardık.”
“GÖLGEDEKİ HAYATLAR”
Sözü yaptığı “Gölgedeki Hayatlar” adlı çalışmaya getiriyor. “Türkiye’de içeriği bakımından bizim bildiğimiz kadarıyla yapılan ilk çalışma. Bu çalışmadaki amaç, iş sağlığı ve güvenliği ile bağlantılı sorunlardan. Kaynaklanan insanı ve ekonomik kayıpların şehit madenci aileleri üzerinde bıraktıkları olumsuzları su yüzüne çıkararak büyük bir drama ve sosyal probleme dikkat çekmektir. Maden şehitlerinin ailelerinin beklentileri, gerçekten yapılması gereken insani olgulardır. Onlar, psikolojik, ekonomik destek, çocuklarının eğitimi, hatırlanmak, kışlık kömür ihtiyaçlarının karşılanması gibi son derece kolay karşılanabilir ve insani şeyler istiyor. Biz Zonguldak olarak maden şehidi ekonomiye can veren maden şehitlerimizin emanetlerine yeterli sahip çıktığımızı düşünmüyorum. 7 Ocak 2012 Kozlu grizu faciası ardından da maden şehitlerimizin aileleri ile görüşüyoruz. Çalışmamıza devam ediyoruz. Aslında hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Bu çalışmanın sonucunu da Emine Uzun ile birlikte ‘Gölgedeki Hayatlar 2’ olarak paylaşacağız.” diyor konuda…
“VEBAL VAR ÜZERİMİZDE”
Devam ediyor anlatmaya. “O kadar kabullenmişsiz ki maden kazalarını beş binden fazla insan öldü bu zamana kadar. Kurulduğundan bu zamana yüz binlerce insanda meslek hastalığından öldü. Bunu bir savaş olarak düşündüğümüzde rakamların ne kadar yüksek olduğunu göreceksiniz. Bu kadar insan, bu dava uğruna, ekmek davası uğruna ölmüş, sanayi için ölmüş, bizlerse geride kalanlara sahip çıkmamışız. Gerideki ailesi çocuğu hepsi sıkıntı çekmiş o zaman. Bir de Zonguldak olarak vebal var. ben böyle düşünüyorum bu çocuklar okuyamıyorsa bu bizim kabahatimiz. O zaman biz de dernekler kurup bunları okutmalıyız. Maddi finansman imkânlar bulmalıyız. Kadının kocası kazada ölmüş. Soruyorum ‘Beklentin var mı? Ne istersin bu firmadan?’ ‘Kışlık kömürümü verse yeter’ diyor. Analık içgüdüsüyle yavrularının kışın üşümemesini istiyor. Babasız bir hayatta bir de soğuk eklenmesin istiyor. Bakar mısınız istediğine bir ton kömür, bu gerçekten insanın içini acıtıyor. Beklentileri o kadar büyük değil, çocuğunu okutmak istiyor. Yaşam mücadelesine devam ederken, babasızlığı en aza indirgemeye çalışıyor. Bizler bu ailelere kışlık bir ton kömür ya da ilk 3 bayramda aldığımız ayakkabı, pantolon, çanta gibi şeylerle ile vazifemizi görmüş, sorumluluğumuzun bitti sanıyoruz. Emine arkadaşımla yaptığımız çalışma sonunda bir öneride bulunduk. Şehit Madenci Aileleri Derneği adı altında bir dernek kurulmalıydı. Bu derneğin içinde Türkiye Taşkömürü Kurumu, sendikalar, sivil toplum kuruluşları öncelikli olarak içinde olmalı, Amelebirliği desteklemeli ve bütün işçiler bu fikrin içinde olmalı. İşçi yaşarken kendi başına ya da arkadaşının başına gelebilecek herhangi bir kaza için kendisine ve geride kalan ailesine destek olması için her ay o fona 5TL gibi çok basit bir para ayırmalı. İşçi kendisine bir şey olduğunda çocuklarının bu fonla okutulacak olduğunu bilecek gönül rahatlığıyla verecek, işçi mağdur olamayacağını bilecek, bu fon onun güvencesi olacak. Bursa’da Şehit Madencileri Aileleri Derneği var. Kemalpaşa’daki grizu patlamasından sonra kuruldu. O dernek Zonguldak’ta şube açtı. En azından Zonguldak’ta bir hareket başlattı. Sonuçta bir adım atıldı. Ama ben istedim ki Zonguldak’ta olsaydı. Zonguldak olarak yapmalıydık.”
“DUYARLILIĞIMIZ NASIL YİTİRDİK”
Anlatmaya devam ediyor. “92’deki grizu kazasının ertesi günü yaşadığım beni çok üzen bir olayı anlatmak istiyorum. Ana caddede yürüyorum. Eskiden kaset satıcılar, kaset satışları yaparken dışarıya hoparlörlerini koyup yayın yaparlardı. Müzik sesi sonuna kadar açık. O zamanın popüler müziği çalıyor girdim içeriye. 293 işçi ölmüş. Madenler yanıyor, ambulanslar vızır vızır. ‘Affedersiniz’ dedim, ‘bu müziği kapatır mısınız? ‘Neden kapatayım?’ dedi. ‘Bu şehirde bu kadar insan öldü, herkesin matemi var, insanlar yas tutuyorlar’ dedim, ‘yakışıyor mu size, yakışıyor mu bu ortama?’ ‘Benim de ekmek param bu’ dedi. O sözü hiç unutmam ve oradan asla alış veriş yapmam yaptırmam da. Sen, bu işçiler, bu şehirde gezerken ürünlerini satarsın, ekmek paranı kazanırsın, o insanlar olmasa sen de kazanamasın. Biz kendi kaderimize alışkınız çok kolay alışıyoruz. Unutuyoruz ondan sonra.”
“RADYO KAPANIR, SİREN SESİ DUYULURSA BU ÖLÜM DEMEKTİ”
Eskilere dönüyor daha sonra. “Zonguldak Radyosu vardı. 12 Eylül döneminde kapatıldı, sürekli müzik çalardı. Gün arasında madencilik ve emniyet tedbirleriyle ilgili talimatlar verilirdi. Ölümlü bir iş kazası olduğunda radyonun yayını kesilirdi. Radyoda müzik yayını yoksa bütün Zonguldak biliyordu ki iş kazası oldu. Bir işçi öldü bütün şehir matemini yaşıyordu. Eskiden siren sesleri ötmeye başladı mı yürekler burkulurdu. Siren sesi kaza oldu, ölüm var demekti.” diyor. Hem yürüyoruz, hem de deneyimlerini paylaşıyor. “Gaz maskesinin ne kadar önemli olduğunu ben derslerde anlatırken, ‘Hocam diyor, çok ağır biz onu nasıl taşıyacağız? Dursun zaten lazım olmuyor. Ağarlığıyla ilgili şikâyetlerini ilettikten sonra cümle şu oluyor, ‘zaten lazım oluyor.’ Ben de diyorum ki, ‘Dua edin zaten, o size hiç lazım olmasın. Siz 20-25 yıl çalışırken her gün onu yanınızda götürün, getirin. Yerine koyu. Ama onu kullanmaya bir kere ihtiyaç duymayın. İhtiyaç duyduğunuz anda siz ölümle yaşam arasındaki sınır noktasındasınızdır, o sizin hayatınızı kurtarmak için gerekli olan bir malzeme diliyorum ki ona hiç ihtiyaç duymadan siz emekli olun ayrılın.’
“ACIYI PAYLAŞMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY GELMEZ ELİNİZDEN”
“Kaza anı psikolojinizi nasıl etkiliyor?” diye bir soru yöneltiyorum. Şükran Hanım başlıyor anlatmaya. “Her şey önemini kaybediyor. Günlük işler önemini kaybediyor. Duygu ve acıyı yaşamak etkiliyor sizin aklınız orda kalıyor. Aileler aklınızda kalıyor. ‘Acaba ne yapıyorlar, nasıllar’ diye düşünüyorsunuz ya da ne yapabilirim diye düşünüyoruz. Olay yerinde ise bir yandan kazazede yakını ailelerle tek tek ilgilenip psikososyal destek verip dayanma güçlerini artırmaya yardımcı olmaya çalışılır, diğer yandan aileler yardım kuruluşlarına ve içinde görev yapan gönüllülerimize ‘kurtulacaklar mı? Yaşıyorlar değil mi?’ diyerek destek ve umut aranır. Gelen bilgiler doğrultusunda, olayın vahametine vakıf maden mühendisi olarak bu soruya doğru cevap vermek elbette mümkün olmaz. Olumsuz sonuç yerin derinliklerinden, arkadaşlarının kollarında işçi cenazesi çıktığında artık sesiz çığlıklar yerini feryat figana bırakır. Her tarafta acı gözyaşı vardır bu noktada acıyı paylaşmaktan başka yapacak pek bir şeyimiz kalmaz. “Kadın mühendisler neden işe alınmıyor?” diye bir soru yöneltiyorum. Şükran Hanım, “Kadın mühendislerini son yıllarda işe almıyorlar. Niye almıyorlar, yasal olarak da işe almıyoruz demiyorlar ama bir şeklide mülakatlarda eleniyor. Mazeret bildirme zorunluluğu da olmadığı için neden diye de kimse soramıyor. Yeraltında hep erkek çalışacak diye bir şey yok. Evet fiziki güç lazım çalışsınlar, geride o kadar çok kadının yapacağı iş var. Bu işleri yapan zaten arkadalar da var, şu anda yerüstündeki işleri ağırlıklı olarak kadın mühendisler yapıyor. 86 - 87 yıllarında yoğun olarak işe alındı ondan sonra çok ender. Şimdi ise KPSS’den tek tük alımlar var, onlar da başka şehirlerden geldi. Sonra da nakil olup gitti”
“BABASININ ALDIĞI AYAKKABIYI HEP SAKLAYACAK”
Şükran Hanım bir başka konuya odaklanıyor. “Kozlu maden kazasının ardından İstanbul’dan (Yaşam Sevinci Gönüllüleri)’den bir grup kadın Zonguldak’a gelerek ailelere taziye ziyaretinde bulundu. Çocuklara çeşitli hediyeler getirdi. 7 yaşındaki bir çocuğumuz okula gitmek üzere hazırlanmıştı. Kendisine verilen ayakkabı ayağına büyük oldu. Araç içersinden küçüğüyle değiştirmek için hep beraber çıktık.Yeni ayakkabılarıyla okula gitmek istiyordu. Ayağına uygun ayakkabıyı sevinç ile giydi. Sonrada ayağından çıkardığı gayet eskimiş eski ayakkabıyı özenle eline aldı ve yanında duran yengesine ‘Yenge! Bu ayakkabılarımı eve getir. Dolaba koy. Biliyorsun onları bana babam aldı.’
Tanık olan bütün arkadaşlarımız dolan gözlerini birbirinden sakladı. Babasından geriye kalan o çok eskimiş ayakkabının yerine verdiğimiz yeni ayakkabı elbette ki babasının hatırasını unutturamazdı.”