Cumartesi günü televizyonlar, ''Fransa'nın Başkenti Paris'deki Orly Havalimanı'nda terörist saldırısı'' diye altyazı geçtiğinde; eşime, ''Terörist mutlaka radikal İslamcıdır'' dedim. Maalesef haklı çıktım.
   Peki, neden bu noktaya geldik? İslam dünyasının dışında, neden İslam ve terör birlikte anılmaya başlandı? Özellikle Batıyı Müslüman düşmanlığı ile suçluyoruz; Batı'da İslama fobi var diyoruz ama Batı neden Müslümanlardan kaçar oldu; bunu neden sorgulayıp özeleştiri yapmıyoruz? Hep Batı mı suçlu?
   Evet, değerli okuyucular, bunları artık düşünmeliyiz. Hep başkalarını suçlayıp hayali düşmanlar yaratmaktan vaz geçmeliyiz. Öyle ''İslam dini barış ve hoşgörü dinidir'' demekle olmuyor bu işler. Bu söylem artık dış dünyada alay konusu oluyor.
   İsterseniz biraz özeleştiri yapalım: Almanya'da 10.000 camide ezan okunurken; Türkiye'de bir kilise inşa edilmeye kalkındığında veya bir kilisede çan çalındığında neler olur? Hiç bunu düşündünüz mü? Başka dinlerden olanların Müslümanları kendi dinlerine çevirmek için hiç cihat yaptıklarını görüyor musunuz? Burada biraz tarafsız ve adaletli düşünelim.
   Şimdi de kendimizi Batılıların yerine koyarak onlarla empati yapmaya çalışalım: Radikal İslamcılar sizin memleketinize gelip düzeni ve huzuru bozuyorsa; terör estiriyorsa ne yaparsınız? Hoşgörü mü gösterirsiniz, sınır dışı mı edersiniz? Bu tip insanlarla beraber yaşamak ister misiniz?
   Ha, bu arada dikkat ederseniz sık sık ''Radikal İslamcılar'' diyorum. Mütedeyyin Müslümanları kastetmiyorum. Zaten bu işten en çok zara gören ve rahatsız olanlar da onlar. Yanlış anlaşılmayı da istemem!
   İslam dünyası İslam'ın terörle birlikte anılmasını istemiyorsa; başkalarını suçlamak yerine, terör estiren radikallere karşı önlem almalıdır.
   Orly Havalimanı'ndaki terör olayı bana bu havalimanındaki bir anımı hatırlattı. Sırası gelmişken sizinle paylaşmak isterim. Belki siz de bundan bir ders çıkarırsınız.
   Barutsan genel müdürü olduğum sıralarda, bir iş görüşmesi yapmak için Paris'e gitmem gerekti. 5 Nisan 1997 günü, yanımda bir şube müdürü ile birlikte Esenboğa Havalimanı'dan hareket ettik. Bu tarihi çok iyi hatırlıyorum. Zira hem o gün Ankara'ya olağan dışı  kar yağmıştı ve Esenboğa'ya zor gitmiştik; hem de Alpaslan Türkeş'in  toprağa verildiği gün idi.
   Orly Havalimanı'na inince başıma ilginç şeyler geldi.
   Uçaktan inip terminal binasına girince, tabi önce pasaport kontrolünden geçmemiz gerekiyordu. Burada pasaport kontrol noktaları ikiye ayrılmıştı. Birincisinden Avrupa Birliği'ne (AB) dahil ülkelerin vatandaşları geçiyordu. Bunlar neredeyse ellerini kollarını sallayarak geçtiği için kuyruk falan da yoktu. Fakat ikinci kontrol noktası diğer ülkelerin vatandaşları içindi ve uzun bir kuyruk oluşmuştu.
   Önce bu duruma üzüldüm. Ülkem adına kendimizi aşağılanmış hissettim. Ama bizim sırada ABD vatandaşlarını da görünce biraz moralim düzeldi.
   Kuyrukta sıramızı beklerken bir polis memuru bana doğru geldi ve işaretle beni çağırdı. Kulübesine kadar beraber gittik ve kendisine İngilizce olarak beni niye çağırdığını sordum. Aramızda şöyle bir konuşma geçti: ''Üstünüzü ve valizinizi arayacağım''  ''Neden arıyorsunuz?'' ''Görevim gereği''  ''Sırada onca insan varken neden beni seçtiniz?''  ''Biz sondalama usulü rastgele seçiyoruz; size denk geldi''  ''Bakın, benim yeşil pasaportum var. Ülkemde üst düzey devlet görevlisiyim. Yani sizin düşündüğünüz tipte sakıncalı bir adam değilim. Yanlış yapıyorsunuz.''  ''Ben görevimi yapıyorum. Ülkendeki konumun beni ilgilendirmez!''
   Daha fazla konuyu büyütmemek için ''Buyurun, arayın'' dedim.
   Üstümü ve valizimi aradı tabi. Valiz dediğim de bir bond çanta! Zaten birkaç günlüğüne geldiğimiz için içinde de birkaç parça iç çamaşırı, gömlek, pijama, diş fırçası ve tıraş takımından başka da bir şey yoktu.
   Polis teşekkür ederek çantamı geri verdi. Ben de homurdana homurdana tekrar sıranın arkasına girdim.
   Pasaport kontrolünden geçtikten sonra, ellerinde not defterleri olan iki genç kadın önümü kesti. Bana Fransızca bir şeyler söylediler. Onlarla diyaloğumuz da şöyle geçti: ''Fransızca bilmiyorum; İngilizce konuşalım. Ne istiyorsunuz?''  ''Bizimle polis kulübesine kadar geleceksiniz!''  ''Neden?''  ''Üstünüzü ve valizinizi arayacağız!'' 
   Polisi göstererek; ''Az önce şu polis memuru aynı işi yaptı Ona sorabilirsiniz'' dedim. ''Olsun. Bizim görevimiz ayrı. Biz maliyeciyiz'' dediler.
   Yahu bunlar bir sürü insan varken neden bana kafayı taktılar? Beni teröriste falan mı benzettiler? Halbuki takım elbiseli ve kravatlıyım. (Yani iyi halden yırtmam lazım!) Ama esmerim ve bıyıklarım var. Herhalde ondan şüphelendiler, diye düşündüm.
   Çok canım sıkıldı ama uymaktan başka çare olmadığı için tekrar polis kulübesine gittik. Az önceki polise, ''Siz beni aramadınız mı? Bu hanımlara söyleyin de gereksiz yere beni tekrar aramasınlar'' deyince, polis tamam dedi de kurtuldum.
   Kurtulduk ama valizlerimiz çıkışta tekrar x-ray'den geçerken bir tek benim çantamı açtırmazlar mı! Neredeyse çıldıracaktım. Az daha çantamdaki donu alıp ''aradığınız bu mu?'' deyip adamın suratına fırlatacaktım!
   Yanımdaki arkadaşa dedim ki; ''Yahu bunlar herhalde Türkleri sevmiyorlar. Baksana ikide bir beni seçiyorlar. Benim teröriste benzer bir halim mi var!''
   Neyse, Paris'e girdik de; bir de bu işin dönüşü var! Onu da anlatmasam olmaz. Çünkü dinin kullanılması ile ilgili.
   Dönüş için tekrar Orly Havalimanı'na geldik. Ellerimizde biletlerimiz, check-in yaptırmak için kuyrukta beklerken yanımıza yaşlıca, fesli ve sakallı bir adam yaklaştı. Tipinden Türk vatandaşı olduğu hemen belli oluyordu. Önündeki el arabası tepeleme bavul doluydu.
   Herhalde bizim de tipimizden ve konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlamış olacak ki bize; ''Hemşerim, başka valiziniz var mı?'' diye sordu. Biz de ''Hayır yok!'' dedik.
   ''Yahu, bagajım fazla geldi de şu valizler için 500 Frank ek para istiyorlar. Bunların yarısını sizinmiş gibi gösterelim de şu gavurlara bu parayı vermeyelim!'' ''İyi ama biz seni tanımıyoruz ki. Bavulların içinde ne olduğunu da bilmiyoruz. Sonra kural ne ise ona uy hemşerim. Böyle kural ve yasa dışı işler de yapma!''  ''Allah Allah! Siz ne biçim Müslümansınız? Müslüman Müslümana yardım etmez mi!''  ''Bu işin Müslümanlıkla ne ilgisi var? Hem ekmeğini yediğin ülkenin kural ve yasalarına  karşı hile yapıyorsun, hem de işin içine dini karıştırıyorsun. Git işine!''
    Yukarıdaki konuşmalardan sonra adam söylene söylene gitti. Uyanığa bak! ''Gavura 500 Frank vermeyelim'' diyor. O zaman hiç olmazsa yarısını biz Müslümanlara ver! Almayız tabi ama teklif et bakalım! Etmez tabii ki; aklınca bizi salak yerine koyup şark kurnazlığı yapıyor!
   O zaman arkadaşıma dedim ki, ''Yahu biz girişte beni ikide bir aradılar diye bu Fransızlara kızmıştık ama adamlar galiba haklı..Baksana, bizimkilerin en Müslüman geçineni bile hile peşinde. Bu durumda adamlar bize niye güvensinler ki!''
   Yaşadığımız bu olayı sizlerle paylaşarak, işimize geldiğinde dini nasıl istismar ettiğimizi ve şark kurnazlığımız nedeniyle Avrupalıların bize neden sempati ile bakmadıklarını anlatmak istedim. Tabii ki bunları hepimiz yapmıyoruz ama kurunun yanında yaş da yanıyor.
   Eğer yaşlar yanmak istemiyorlarsa; sessizliklerini bozup kurulara karşı çıkmaları gerekiyor. Aksi takdirde yanmaları kaçınılmaz!