İşim muhasebe. Ruhumla tam tezat. Hiçbirinde uzmanlaşamasam da bir sürü becerim var, ya da daha doğrusu vardı. Karikatür çizerdim bir zamanlar, suluboya resim ha keza. Şiir de yazardım gönül telini titreten cinsinden, mizaha ise nerdeyse anne karnında başlamışım. Şöyle ki, annemin karnını iki ayrı uç noktadan ama aynı anda tekmeler, acıyla karışık güldürürmüşüm o embriyo halimle. Lise zamanı gelince kendimdeki yeteneklerin farkına varıp ıkına sıkıla babamın karşına dikildim ve konservatuara gitmek isteğimi dile getirdim. Babamdan gelen yanıt, "Artist mi olucan kızım, eferin, bir artistimiz eksikti.." şeklinde olunca kuyruğu kıstırıp, dönüp gittim, annemle meslek lisesine yazdırılmaya. Rakamlar sayılar, hesap kitap işleri, ruhsuz, tatsız tuzsuz evraka dayalı mesleki bir eğitim aldım yıllarca. Oysa yetenekler öyle mi ya, anlıktır, belgesi yoktur. Esinlenirsin bir şeylerden, ortaya bambaşka bir şey çıkarırsın, bu bazen bir resim bazen bir şiir bazen de bir skeç metni olur. Muhasebedeki gibi nerden buldun sorusuyla muhatap olunmaz, yüreğinde filizlenir, kaynağı ruhundur, gönül gözüyle gördüğündür. Lise bitince, körün taşı gibi yine muhasebenin dibine kadar ineceğim İktisat Fakültesi’ni kazandım. Buruk bir sevinç duydum, bir yere yerleşebildim diye. Mezun oldum hasbelkader ve birkaç ay içinde atomlarıma kadar işleyen muhasebe ilmini icra edebileceğim şimdiki işime girdim. İlk yıllar 8 saat mesaiden kalan zamanlarda yeteneklerimin tezahürleri olmadı değil. Yazdım, çizdim, işledim oyaladım, boyaladım çok. Ama sonraları, ilim irfan gurubunda ağır abi olarak bilinen muhasebeye yenilmeye başladım. Bilanço dönemlerinde mesai sonrasına da taşan ağır çalışmalarımız oldu. Yorulmaya başladığımı hissediyordum.
Eşimiz dostumuzla telefonla bağlantı kurmak için önce kurum santralini arayıp hat istediğimiz, kesintisiz düt sesini aldığımızda da, numaramızı çevirdiğimiz zamanlardı onlar. Hat isteme aşamasını unutup her defasında evdeymiş gibi anasını, danasını isteyenlerden santraldekiler yaka silkmişlerdi. Telefonun ahizesini kaldırıp, hesap makinesini tuşlayan, sonrada telefon bozuldu diye feryat edenlerimizin haline hala göbeğimi hoplata hoplata gülerim. Bir keresinde, bir arkadaşımızın santraldeki erkek memura, kocasının sekreteri Nurten muamelesi yapıp, "Senin sesine ne oldu Nurten, kezzap mı yuttun?" diye sormasını ve kocasını telefona istediğinde bu sefer santraldeki memurun, "Ben size Sağlık Müdürlüğünü bağlayayım da doktordan iş göremez raporu alın" dediğini hiç unutmam. Beyinler rakam kalabalıklarından iyice sulanmış, kafatasımızın ortası yumuşamış, diğerleri dökülmeye başladığında çıkan 20’lik diş gibi 50’sinde bıngıldak sahibi olmuştuk yeniden. Ben vukuatlarımı daha çok dahili telefonlarda yaşardım. Numarayı çevirdikten sonra açılana kadar geçen sürede, başka işlere dalıp, arayanın ben olduğumu unutup, "Alo" diyen kişiye “Buyurun kimi aramıştınız” demişliğim, "Yahu sen aradın be kardeşim" diye hiddetlendiklerinde de, “Ulen hakikaten ben aradım da kimi aradım” diye afalladığım çok olmuştur. Bu ruh haliyle, zaman mevhumunu yitirip bir cumartesi işyerinin kapısına dayandığımı, şükür ki bir ben bir Allah bilir. :) Bütün bunların sebebi, milyonlarca rakamla örülen bilanço duvarlarının kalınlaşması ve katarakt olarak günlük hayatımızı perdelemesidir. Bir de unutkanlık var başımızda, o zamanlarda başlayıp şimdilerde tavan yapan. Öyle ki, birden aklıma gelen bir şeyle, yerimden fırlayıp bir yere gidiyorum ve anında kalakalıyor, buraya niye geldim diye kara kara düşünürken buluyorum kendimi. Evden çıkıp, ütüyü çekmiş miydim diye geri dönmediğim bir gün yok gibi. Sürekli bir şeyler kaybediyorum özellikle anahtar, her defasında ortaya döküp tüm çantamdakileri, zor buluyorum zıkkımı. Zaten çoğu gitmiş azı kalmış ömrümün haddinden fazla kıymete binen saniyelerini dakikalarını böyle harcıyor, düşündükçe de kahroluyorum.
Karmaşık mesleki bir konuda fikir alışverişinde bulunduğum bir arkadaş var spor salonunda. Adı Ayhan. Bu arkadaş kel ve bıyıklı bir arkadaş. Aynı özellikleri taşıyan ama muhabbetimin olmadığı bir arkadaş daha var, onun da adı Sezai. Bir gün ben girerken baktım Ayhan çıkıyor salondan, selam verdi bana, ben de hemen gittikçe içimi daraltan o mesleki konuyla ilgili bir iki cümleyle içimi dökmek istedim ona. Birkaç teselli cümlesi duymayı beklerken, suratıma tabiri caizse aptal aptal bakıp dönüp gidince de, bir bozuldum ben. “Ama” dedim, “kim bilir ne derdi var, boş ver.” Çünkü bazen ben de bir kişinin derdini en fazla bir kere dinleyebiliyorum. Kafeterya bölümünde, spor salonuna girmeden, bir iki dakika dinlenmek için iskemlenin birine çöktüm. Baktım az evvel dış kapıdan çıkıp evinin yolunu tutan Ayhan, bu defa sucuk gibi terlemiş bitap bir halde salondan çıkıyor. "Ayhan, sen demin gitmedin miydin Ayhan, ne oluyor kamera şakası mı yapıyonuz bana Ayhan" dedim. Bir cümlede üç kere Ayhan kullanınca, Spor Hocam Barış Ayhan'la Sezai'yi karıştırdığımı anladı ve "Abla sen bu gün hiiç spor yapcam diye çabalama. Zaten kaynama noktasına gelmişsin. Vezüv gibi lav akıtmadan git evine, bi ayakları duvara daya da, beynine kan gitsin, hadi ablacım hadi" diye de elime bohçamı verdi ve beni postaladı. Ama iyi geldi vallahi. Çocuk işin uzmanı tabi. Salonun akıbetini tehlikeye atmak istemiyor.
Yeni bir bilanço dönemine daha koşuyoruz son sürat, şimdiden beynime kan depolamak için evde amuda kalkarak dolaşmaya başladım bile. Her şey iyi güzel de, hiç bir şey insanın eli gibi olmuyor yahu, ayak parmağımla bi türlü elektrikleri açmayı beceremedim. Bu halimle beni gören korkar. Allah'tan kimse görmüyor bilmiyor... Makas aldım yanaklarınızdan, merak etmeyin, el parmaklarımla :))