Sabah bir arkadaşımla karşılaştım. Yüzü gözü şiş gibiydi, makyajsız halsiz ve sonuna ..sız ya da ...siz eklenebilecek bir sürü sıfatı taşıyordu yüzünde. “Ne oldu hayrola?”� diye sorunca, anneannemi kaybettik dedi.

"Anneannen mi? Tülin’im anneannen hayatta mıydı? Hay maşallah.”

“Ay öyle demee.. 90 yaşındaydı. Gerçi 6 yıldır da yatalaktı, ama yeri ayrıydı bizim için.”

 “Vaşş... demedim tabii... Hmm vah vah, başınız sağ olsun" demem icap etti.

 Çocukken, 40’lı 45’li yaşlarında vefat edenlerden "Vah vah pek de genç" filan diyerek bahsederdi babam annem de, ben o çocuk aklımla iki elin parmaklarını geçmeyen, kendi yaşımdan, tahayyül edemeyeceğim kadar ilerdeki o yaşlarda birinin ölmesine üzülüp, "genç" denilmesini bir türlü anlayamazdım. Bana göre "yap yaşlı"lardı. Ölmeleri çok normaldi. Yaşadıkça o yaşlara gelip hatta geçtikçe, aslında ölmek için her yaş gençmiş anladım. Hele bir de ölmek istemiyorsa kişi, durum vahim amma…

Bir değişim yaşadım ben 40’ımı devirdikten sonra. Doğru kelime bu olmayabilir ama ben bunu “ERMEK”�diye tanımlıyorum. Bir anlamda Nirvana'ya ulaştım, üçüncü gözüm açıldı da denebilir :) Dünyevi her şeyin anlamsızlığı noktasına vardığımda bu durumu en iyi bu kelime tanımlıyordu çünkü. Başlangıç noktam, zamanın geçişi oldu, öyle ya da böyle geçişi. Dünyaya bir beden içinde geliyor ve bir yolcuğa çıkıyoruz sonra adına "ÖMÜR" denilen. Bu yolculukta bedenimiz ve ruhumuz dışındaki her şey ama her şey de “DİĞER”di. Bir koridor sanki zaman. Burada "diğer"lerle karşılaşıp karşılaşıp geride bırakıyor ve koridorun sonunu getirme hedefinde doğru koşup duruyoruz. Beden bittiğinde yolculuk da bitiyor. Sahip olunan bir beden ve aslolan o bedenin yolculuğu. Bir insanın doğduğunda ölümüne kadar dışarıdaki her şey hariç, sadece onu yani bedenini, kaydeden bir cihaz olsa ve o kaydı hızlandırıp izlesek, gördüğümüz şey işte YAŞAM, yaşamımız. Üzüntü duyduğunda bedenin aldığı şekil, gülerken, ağlarken, sevişirken, yüzerken, uyurken, giderken, gelirken, giyinirken, soyunurken, tedavi olurken, top oynarken, gül koklarken, düşerken, kalkarken, yalvarırken, tiksinirken, severken, düşünürken, dalmış giderken, korkup kaçarken, vazgeçip geri dönerken, vs vs... Herkes kendi filminin başrol oyuncusu.

Sonra zamanı böldüm. Böldüm de böldüm. En mikro parçası bile yakalanamıyordu. Zaman asla ve asla durmuyor saniyeler saliseler milyarlara bölünüyor belki ama durmuyordu. Öyleyse yalan dünya denen şey içinde olduğumuz düzen, süreç ya da her ne haltsa. Geçmiş ve gelecek belki daha tanımlanabilir şimdiki zamana göre, ama şimdiki zamanı tanımlayamadım. Belki belli bir süreyi kapsayan zaman dilimidir şimdiki zaman. 3 saniye 4 salise gibi ama durmayan an'a şimdiki zaman denemez. Zaman yoksa uzunluğu kısalığı da önemli değildi. Zamanı iyi değerlendirmek önemliydi. Uzun yaşamak değil iyi ve güzel yaşamık olmalıydı o zaman hedefimiz. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Elle tutulabilen değerler anlamsızlaştı. Bir ebeveynin çocuğunu kendi ulaşamadığı hedeflerde görmek için ittirmesi gözlerimi yaşarttı, Üstüne geçirdiği pahalı marka bir paçavra ile kendini daha iyi hisseden yaşını başını almış bir insana, ne zaman gerçeği anlayacak, fazla zaman kalmadı ki diye acıdım, Başkasının hayatlarını merak ederek ve çaktırmadan takip ederken kendi hayatlarından harcadıkları zamanlarına yandım kimilerinin. Cin olmadan adam çarpmaya kalkan cesur cahillerin uykudaki halleri ise hiç de sevimli değildi. Cennet cehennem teranesi ise kolaycı eğitim anlayışının ürünü �ödül ceza� saçmalığından başka bir şey değildi.

Vicdan içimizdeki iman, çalışmak en muteber ibadet. Bedene iyi bakmak ve diğer bedenlere iyi davranmak, onları kanatmamak, emanete hürmet. Çünkü onlar bize tahsis edilen koridordaki yolculuğumuzda elimizdeki yegane vasıtamız. Sevgi ise, aşk ise, evrendeki tek anahtar.

Üzerimizdeki çul, ruhsuz tapu dairesinde adımıza kayıtlı tapular, külçe külçe altınlarımız, vampir bankalardaki kabarık mevduatlarımız değil zenginliklerimiz. Tek gerçek, kaç kişinin bizi sevdiği, bizimle zaman geçirmek istediğidir ve kaçının gözü içimizdeki ışıkla kamaşıyorsa, kaçı yanımızda ısınıyorsa, kaçı korkmadan sırtını dönebiliyorsa, kaçı elimizi tuttuğunda güven hissediyorsa, kaçı düşünmeden yüreğini açabiliyorsa yada kaçı gözlerini kaçırmadan bakabiliyorsa göz bebeğimize, işte o kadar zenginiz.

Dünya para pulla dolu aslında, Güneş ışıklarının birer altın çubuk, denizden gelen yosun kokusunun ruhumuz için en şifalı ilaç, mevsim tuvalindeki renk cümbüşünün, hazine sandığındaki paha biçilmez mücevheratlar, yağmurdan sonra içimize çektiğimiz o derin nefesin servet, tertemiz bir kalple bitirilen bir gün sonunda, başımızı yastığa koyduğumuzda mışıl mışıl uyuyabilmenin en dolu cüzdan olmadığını kim söyleyebilir. Söyleyen, yaradılış amacından sapmış, dipsiz uçurumlarda yuvarlanıyor demektir bana göre.

Doğa, dünya yüzeyine gönderilmiş her beden içindeki ruhlara, dur durak bilmeyen  zaman akışında beslensinler, tazelensinler diye sonsuz güzellikler üretip, sunuyor devamlı. Değerlendirmeyi bilmek, bir güzel güne, bir kar tanesine, bir nefes sıhhatimize şükretmek, yolculuk sonunda, �ama iyi yaşadım ha� diyebilmek…  İşte 40’ımdan sonra açılan pencereden görünen manzara buydu.

Üzme, üzmelerine izin verme, sev, sevmelerine sebep ol, gül, güller açtır yüzlerde, yüreğinle ısıt, ısın yüreklerde ve......

Kalemin notu: Şşş çakma filozof, lugat parçalıycam diye ütüyü fişte unuttun farkında mısın sen, içim bayıldı be öff. Sen devam et, ben kestim traşı.