Bir gazete haberi kollarımızı yana düşürdü yine. Yüreğimizi üşüttü.
Yıkımdan kurtuldu diye sevindiğimiz Kız Meslek Lisesi ve Yayla Ortaokulunun balyoz altına yatırıldığını öğrenmek kimi mutlu ediyorsa o ya Zonguldaklı değildir ya da şehrini, şehrin değerlerini umursamıyordur. Rantın öne geçirildiği günümüzde peş peşe yaşanan bu yıkımlar bizleri üzüyor dedikçe eminim buna bıyık altından gülenler de oluyordur. Bu üzülmenin muhaliflikle hiç ama hiç ilgisi yok; şehrini kaybetme duygusudur üzen.
Görüntüsü, anılarının izleri silindikçe ŞEHİR güzelleşse ne yazar; bir şehir beton çokluğunda anısız kalışıyla, köksüz, gövdesiz ne kadar bizim şehir olur ki. Bu duygunun ne olduğunu bu şehirde doğup bu şehirde ölecekler bilir ancak. Ahde vefa gelip gidicilerde, menfaat düşkünlüğünde olmaz elbette.
Dağını taşını arşınladığım, ağacını, deresini, ormanını ezberlediğim, şurada babamı bekledim, şu okulda okudum, şu ağacın yaprağına dokunup gölgesinde poz verdim, şu kıyıdan denize girdim, şu parkta oynadım diyebilmenin mutluluğunu kelimelere dökmek ne kadar zorsa, hep yaşamasını istemek de o kadar zor tabii ki. En azından şehrin dokusuna dokunmamak, kültür ve tarihi değeri olan köprü, merdiven ve binalarını yaşatmak zor olmasa gerek diye düşünenlerdenim.
Defalarca sökülüp yeniden yapılan kaldırımlar, onarıyoruz deyip şekli bozulacak, yıkılacak yapılar, ağaç gölgesinde anılarını seven biz yaşlıları, denizinde sığınacak liman bulamayan balıkçıları, ekmek kapısı için şehrinde kalamayanları ne kadar mutlu eder?
İki adımda ulaştığı liman kıyısının yolları kapalı, ortak aklın öngörüsüne kulaklar tıkalı, doğru seslere aldırış edilmezken hem de.
Şehrimizin köklerinde acı, umut yan yana doğmuş ve büyümüştür. Kimliğini oluşturan ne varsa bugüne kadar gelebiliyor ve yarına taşınabiliyorsa o şehir, bu şehirdir.
Ağladıkça makyajı akan, aktıkça çirkinleşen bir şehir ne kadar kal der ki adama.