Ne zaman bir balon geçse elime, çocukluğum kokar burnuma. En sevdiğim oyuncaktı balonlar. Renkli ve incecik kablo tellerinden arabalar yapardık bir de, annemin dikiş kutusundan artan boş tahta makaralardan da tekerlekleri olurdu onların. Ne keyifti uzun bir sopanın ucundaki minicik dümeniyle onları sürmek.
Mesela bir okula yolum düşse, koridorlardaki yaramazlık kokusu, önlük kokusu, çanta kokusu beni hep o yıllarıma götürür. O yana bu yana koşar hep çocuklar, sanki koşmazlarsa yetişemeyecekleri önemli işleri vardır. Beslenme çantam da gelir gözümün önüne. Dikdörtgendiler delikleri olurdu kenarlarında. Erkeklerin ki mavi, kızların ki de ya pembe ya sarı seçilirdi; benimkinin içinde çok sevdiğimden olsa gerek hep, peynir, domates ve yeşilbiberle, ekmek köşesinden yapılan sandviç olurdu. Nasıl güzel kokardı o basit yiyecek, nasıl tatlıydı, hey gidi. Defterimizdeki her yaprağın kenarına muhakkak merdiven süsü yapardık rengârenk. Ama pek işe yaramaz, yapılması gereken ödevlerin yüküyle daha da ağırlaşırdı kokuları. Aman bi asi olurdu ki o sayfaların kenarları, bir düzgün durmaz, hep kıvrılırlardı da bir ataşla yatıştırılırdı. Ona bile direnir, başlarını hala dik tutmaya çalışırlardı. :) Ya “Ayşegül Tatilde” kitaplarımız? Onlarla çıktığımız hayali tatiller, gerçeğinden daha güzel kokardı, daha anlamlıydı. Sonrasında bir sürü para bayılıp çıktığımız tatiller hep kazık kokuyordu, yalan mı? Çocuktuk, içten yanmalı motorları olan ve tam zamanlı çalışan hayallerimiz vardı. Onların atmosferi yaşam kokardı, heyecan kokardı, umut kokardı. Soyuttular ama keskin kokuları vardı hepsinin.
Ailecek, yazın pazar günleri, trenle Filyos'a denize giderdik. Annem hazırlık yaparken mutfakta, haşlanmış yumurta kokusu sarardı bütün evi. Gün ağarır ağarmaz, henüz herkesin uyuduğu saatlerde, evden çıkıp sokağa çıktığımızda, dinginliğin, sessizliğin, tertemiz, dupduru kokusu benliğimi ele geçirir ve muazzam bir huzur yaşatırdı bana. Hala, bazen erken uyanıp penceremden sarkar, sabahın kokusuyla doldururum ciğerlerimi ve yeniden o huzuru yakalamak isterim. İstasyona kadar babam tutardı ya, elimden sımsıkı, başka hiç bir el, o kadar güven kokmadı bir daha.
İstasyonda, her defasında trenin, canhıraş hareket çığlığıyla, yüreğim hoplar ama içimdeki sevince engel olamazdı. Vagonlar hantaldı. Ama sağlamlığı, gücü ve ciddiyeti kodladılar beynime. Altlarından bir yerlerinden püskürttükleri tazyikli buhar yüzünden irkilir, rayların üstünden istasyona girerken çıkarttıkları homurtu seslerinden de çok korkardım. Kompartımanlar ise, aşınmış koyu yeşil deri koltukları ve yağlıboya duvarlarıyla, hep herkes kokardı. Pencerenin altında, açılır kapanır formika minik masa olurdu. Üzerlerine dayanan kolların sahiplerinin, neşesi, muhabbetleri gelirdi burnunuza tütün kokusuyla karışıp…
Ya evlerin kokusu… Yaşananlarla biriken, o eve has koku öyle acelecidir ki, kapı ilk açıldığında evin hanımından önce davranıp, kucaklar sizi. Bazılarındaysa hafif rutubet kokusu hissedilir, deli Karadeniz yüzünden, aşk kokar bazısında pembe pembe, çocuk kokar çoğunda cıvıl cıvıl. Akşam yemeği hazırlanmışsa, hele bir de etli biber dolması yapılmışsa, kokusu, hepsinin önüne geçer, assolist gibi o meşhur şarkısını söylerdi... "Buyurun beraber yiyelim"... Başka hangi yemeğin şarkısı bu kadar davetkâr kokabilir bilmem? Tarhana çorbası kokanlarsa, memleketim duygusunun altını çizdirirdi kırmızıyla bir kez daha.
Bu ev hele bir de büyüklerimizden birinin eviyse, yıllarla daha da pekişmiş, yoğunlaşmış, güçlenmiş, onu diğer bütün evlerden ayıran bir kimliğe dönüşmüştür. Ben artık bir tek büyüklerin evlerinde, bayram coşkusunu koklayabiliyorum. O kutsal, o öpülesi ellerle tüm ev kıyı bucak elden geçirilmiş, camlar silinmiş, halılar yıkanmıştır kar gibi. Bayrama has börekler, tatlılar hazırlanmıştır mutfakta. Bütün ev gülümser böylelikle, gelecekleri karşılamak üzere. Bu ziyaretlerle bir araya gelir, eş-dost, akraba olmanın keyfine varırız. Bizi biz yapan zamanlardır bayramlar.
Yaşam çarkının içinde, o yana, bu yana çarpa çarpa döndükçe, minik yaralar açılıyor gözümüzde, gönlümüzde. Günlük hayatta önceliğimiz hep onarım oluyor maneviyatımızı. Hem de yalnız başımıza. Bayramlarda ise çok olmayı hissedip, daha bir güçlenmiş devam edersin onarım işine. Sarılırsın sevdiklerinle, sırtını sıvazladıklarında, yalnız değilim dersin, daha bir dik durursun yıkıntılarına rağmen.
Severim dini bayramları hep bu yüzden. Bayram tatillerini kalabalıksız, sakin ve uzak yerlerde geçirmek istemem. Başta annem, sonra bütün büyüklerin evlerine koşarım ilk sabah. Dolmalarla kucaklaşır, baklavaların ellerinden öperim. Çok özlemiş olduğumdan su böreklerine sımsıkı sarılırım. Abariii hatlar karıştı bende. Düzeltiyorum, alelacele ellerini öpüp büyüklerin, koltuğu kurulup, ikramları beklerim tabii ki, hanım hanımcık. Sonra artık Allah ne verdiyse, siler süpürürüm. Siz de öyle yapın, çünkü bir sonraki bayrama daha 10 ay var, o zamana kadar kim öle kim kala… Fikrim zikrimin önüne geçtiğinden yine kendi kendimi ele verdim. Yok yok, ben önümüzdeki haftadan itibaren yine özüme döneyim en iyisi.
Bayram ritüeli olan bir dilek vardır hani, "Bir sonrakini görmek nasip olur inşallah"... Hepimiz, geleneklerimize, göreneklerimize, bizi yapan özelliklere kan vermek, can vermek üzere, sağlıkla nice bayramlara erişmek dileğiyle, 2013 Yılı Kurban Bayramımız kutlu ve bol kavurmalı olsun efendim.