Sekiz yaşıma kadar köydeydim. Ölüm ve cenaze acısı düşmemişti içime.

     On üçte Zonguldak'taydım. İlkokul sonda ölüm de cenaze de füze gibi düştü dünyama. Annemi yitirmiştim. Acısı hâlâ çivi içimde.

     Sonra, on yıl, uzaklarda, eğitimde  koşuşturmaca. Ölüm ve cenaze dikkat dışında.

      Tam kırk bir yıl, geçim-iş ortamı acılı, sevinçli. Ne büyük acılar, ne derin yaralar, yürüdüm yaşam yolumda.

     Geç fark ettim cenaze kültürümüzü. Kayıpların ardında yabancı gibiydim adeta. Yaşlandıkça ilgim arttı o alana.
     Bazı yakınlarımın sonsuza yolculuklarında yanlarında olamamanın hüznü, suçluluğu üzerimdeydi.

     Dünya işinden kafamı kaldırmalıydım. Acı bir haber daha geldi. 

     Komşumuz, İhsaniye'de, bize canlı gençlik dönemi yaşatan Sezgin ağabeyi kaybetmiştik. Onun son yolculuğunda yanında olmalıydım. 

     İki günlük izin aldım. İzmit'ten sabah otobüse bindim. Zamanında cenaze ortamına ulaştım. İhsaniye, o gün, çok kalabalıktı. Sevenler cami önünü doldurmuştu. 

     Cenaze namazı kılındı. Hareket başladı. Mezarlık, Taşkesen'in üstünde, dağdaydı. Arabalar yollara koyuldu yavaş yavaş. Arabam yoktu benim. Yeni geldiğim için kiminle çıkacağımı da ayarlamamıştım. 

     Bir taraftan, hoş geldin, diyenlere laf yetiştiriyordum. Hatta bizim Muharrem Bey, özçekim bile yapmıştı. 

     Aman Allah'ım! İhsaniye boşalıvermişti. Herkes gitmiş gideceği yere. Bir tek yaşlı babam ve ben kalmıştık sokakta. Bir iki köpek, kedi... 

     Sezgin ağabeyin kahvesinin önünde mutsuz, bitkin, üzgün!.. Tepede cenaze... Üstelik ta nereden gelmiştim! Görevimi yapmamış gibi hissettim kendimi. Kahroldum. 

     "Mezarlığa çıkmazsam, huzursuz olurum!" dedim. 

     Babam:
     "Ben de!" dedi.

     Yaşını öne sürerek babamı bıraktım. Yokuşa tırmandım. Yürüdüm, yürüdüm. Kan ter içinde son duaya yetişebildim. 

     Acıları paylaşmak bir sorumluluktu artık. 

     Şimdi emekliyim. 

     O gün, bir cenazemiz vardı. Bir arkadaşımın ağabeyi... 

     Evden, ikindiye doğru, yürüyerek çıktım. Hicret Camii önüne ulaştığımda ezana on beş, yirmi dakika kalmıştı. Bahçeye girdim. Çevre bomboştu. Cenaze duyurusu göremedim. 

     Yanıma gelen adamla, söyleştiğimizde, cenazenin Harmantarla Camii'nde olabileceğinde anlaştık. 

      Adam, bana yolu tarif etti. Hemen hareket ettim. Seslenişle döndüm:
     "Araba yok mu? Yürüyerek mi gideceksiniz?" 

      "Yok! Evet! Ben yürürüm. Giderim." 

     Bana acıdı galiba. Belki de iyilik yapıp sevap kazanmak istedi. 

      "Durun, ben sizi götüreyim! Zaten o tarafa gidecektim." 

     Çevrede araba yoktu. Yolun kıyısında bir dozer vardı yalnızca. 

      O, dozere (kepçeye) tırmandı. Bana eliyle, gel işareti yaptı. Şaşırdım. O kocaman şeyle yolculuk yapacaktım! Ömrüm o şeyi gördükçe kaçmakla geçmişti. Şimdi... Allah! Allah! 

     Nutkum tutulmuştu. Hayır, diyemedim. 

     Ürkekçe tırmandım demir, palet yığınına. Takur tukur... Kabarık yerleri  düzelterek, yükseltileri iterek, bir fil gidişiyle...

     Konuşa konuşa, Takur tukur... 

     Camiye yaklaştığımızda ezan okunuyordu. Teşekkür edip dikkatle indim aşağıya. 

     Dozerle cenazeye gitmek de varmış! 

     Emekli olalı, dervişler gibi uzun yürüyüşlere alışmıştım. Hicret'ten Harmantarla'ya giderken deve üstünde derviş gibiydim. 

     Şu yalan dünyada hep gurbetlerde yaşadım. Gidiş gelişleri beceremedim bir türlü. 

     Söylence adamları gibi yürüyerek gidiyorum hedefe, çoğu kez. Çölüm yok da! Acaba dozeriyle karşıma çıkan beni... Ben onu... 

     İyilikler yolculuklarda öne çıkıyor çoğunlukla. 

     Dostu yalnız bırakmak yok! 

     Dozerle, deveyle, yürüyerek... 
     
          (Hayri Sarı)