Malum, devlet memuruyum. Maaşımı hak ettirecek bir görevim de var şükür, ama buna bir görev daha eklendi son zamanlarda.  Biraz uzak bir başka birimde yapılması gereken çalışmalara ara ara da olsa iştirak etmek zorundayım. Yeni bir çalışma olduğundan biraz gerginim aslında. Konuya tam vakıf olana kadar da bu sıkıntım devam edecek. Önce amirime, isteksizliğimi mırın kırın ederek belli etmeye çalıştım ama nafile, değişen bir şey olmadı. Devlet vazifesinden kaçmak olmaz biliyorum da, yılların yorgunluğundan işte, ya tutarsa dedim.

Fakat benim şansımdan mıdır nedir, hafta geçmiyor çağrılıyorum. Asıl işimi bırakıp koştur koştur o göreve gidiyorum. Birim uzak olduğundan ve ulaşım için resmi araç kullanmamız gerekmesine rağmen ben kendi arabamla gitmeyi tercih ediyorum. Çünkü resmi araç sizi birime teslim ediyor ve gidiyor. O zaman da dönüş işkence haline geliyor. Eve varmak için duraklarda dikile dikile birkaç dolmuş değiştirmek takdir edersiniz ki yaşlı bir amelenin yorgun bedeninde, ayaklara kara sular inmesi yada bel omurlarının birbirini tepmesi cinsinden dahili nümayişlere yol açabiliyor. Malum, bunlar da pek arzu edilen şeyler değildir.

Bu üst üste çağrılmaların sonuncusuna gitmemek için epey bir ayak direttim. Atmadığım takla kalmadı. Çok hastayım dedim, para etmedi, Ağır Ceza Mahkemesinde duruşmam var dedim inandırıcı olmadı, orda bütün işleri bana yaptırıyorlar, yerleri paspaslamadan da salmıyorlar dedim kahkahalarla güldüler. Hiçbir şey para etmeyince kıstırdım kuyruğu, kabul ettim. Tüm bu mızıklanmalarım aslında, ruhumu, bedenimin mecbur olduğu bir eylem için yaşayacağı eziyete ikna çabasıydı. Son olarak amirime, "Resmi araç isterim bana ne" dedim. Bunu derken hesabım aslında şöyleydi: O bana "E, sen hep kendi arabanla gidiyordun" diyecekti, ben de ona "..Allaalla ya benim araba su mu yakıyor" diyecektim, sonunda, kızıp köpürecek ve "Gitmezsen gitme yahu" diyecekti. Böylelikle mubah olmayan bu yoldan yürüyüp amacıma ulaşmış olacaktım. Ama öyle olmadı. Hemen araç kâğıdı hazırladı ve elime tutuşturdu. Tıpış tıpış otoparka doğru yola koyuldum. Bir merdiven var dönerli. Bitiminde otoparkın geniş avlusuna varıyorsun. Tam inmeye başladığımda, avluda bir dolu şoför arkadaşın olduğunu gördüm. Ayaklarımı sürüye sürüye iniyorken ne oldu bilmiyorum, birden dengemi kaybettim ve havada bir kaç parende atıp kafamı donk diye merdivene çarparak yuvarlanmaya başladım. Sırtımda ilk basamağın o saldırgan köşesini hissetmemle acı içinde kalmam bir oldu. Gövdeye müthiş bir darbe almıştım. Tabanlarım gökyüzüne paralel, çanağımın üstünde birkaç basamağı da yardıra yardıra indim ve güzelce serildim avlunun ortasına. Bu esnada kaymamı durdurmaya çalışırken zemine, avuçlarımın derileriyle, kuyruklu muhteşem imzamı atarak bu düşüsün telif hakkının dünyada bir tek bende olduğunu tescilledim. Sağ olsun şoför arkadaşlar hemen koşup geldiler. Düğüm olmuş halimle beni yerden kazımaya çalıştılar. Bunu yaparken de vah vah etmeyi ihmal etmedikleri gibi gülmekten de geri kalmıyorlardı. Gücüme gitmedi değil. İçimden "Son gülen iyi güler beyler, bir gün topunuz birden el ele tutuşmuş bir şekilde merdivenden kayar düşersiniz elbet (Ne zaman olacaksa bu saçma durum) o zaman da ben gülecem size vah vah ederek" dedim. Neyse, sırtımdan ikiye kırıldığım için yere yakın duran kafamı yavaş yavaş düzelttim, bacakları yerine taktım, ellerimi yıkadım, filan, geçtim oturdum orada bi iskemleye, biraz dinlendim. Bir süre sonra, Tamam”” dediler “”iyiysen geldi araba, seni gönderelim.” Fakat bir baktım ki gele gele koca bir kamyon gelmiş, Yuh!" dedim "bu ne yahu, bu kamyonla mı gidecem ben.” Oradaki şef arkadaş "Ne kamyonu ya Ülkü Hanım, 4 çeker pikap o" şeklinde, içime su serpen o mentollü açıklamasını yaptı. Hay yemişim 4 çekerini.  Biraz nezaket yahu. Şurada çuval gibi yuvarlanmış olsam da sonuçta, ben, içinde kırılgan ruha sahip, hassas bir çiçek, sevgi dolu bir kelebeğim yani. Yetmezmiş gibi içlerinden biri de kıs kıs gülerek, Ülkü Hanım herkesin kalıbına göre araç veriyoruz” diye espri yaparak tüy dikmez mi acınası halime. Baktım baş edemeyeceğim kadar kalabalıklar, dedim boş ver kızım sen bin ve git. Fakat gel gör ki araç öyle yüksek ki, içine atlamak için cirit lazım. Her zaman yanımda taşırdım ama o gün evde bırakmışım kaybanayı. :) Ben de ancak çekme halatı, kriko filan marifetiyle arabanın içine transfer olabildim. Gittim o uzak birime. Bu defa da inmek için zorlandım. Yüksekten korkarım ben. Gözümü elimle kapadım, derin bir nefes aldım ve kendimi boşluğa bıraktım. Bilen bilir insan havada kendini kontrol edemiyor. O yüzden kaç tane leylekle burun buruna geldim, kaç göçmen kuş sürüsünü ortadan ikiye ayırdım, kaç kargaya kafa attım hatırlamıyorum, yarım saat sürdü yere inmem. O derece yüksekti, düşünün artık. Valla bak. (Yerse... :)

Öte dünyada bir yerlerde, benden alacağını tepetaklak ederek tahsil eden kalemler olmalı ki o günü trajik bir düşüşe daha imza atarak bitirdim. Onu da bir sonraki hafta yazayım bari, yoksa iyiden iyiye romana bağlamış olucam. Hiç yoktan başınız şişmiş olacak diyecem olmayacak, gözünüz şişmiş olacak diyecem o hiç olmayacak, en iyisi kiss'iyim gitsin... :))