Bir kaç senedir bir adet başlattı yeni evlenenler, nerede çayır çimen var, bir bakıyorsun bir fotoğrafçı tüm teçhizatı döşemiş, doğal dekor içerisinde gelinle damadın poz poz fotoğraflarını çekiyor. Meraklı gözlerden oluşan minik bir izleyici kitlesinin önünde saatlerce çekim yapıyor. Yaz mevsiminde bir derece ama artık havalar soğudu, otlar soldu, bağ bahçeyi çalılar bürüdü yahu. Sanırım, yıllar sonra bu resimlere bakarken, "Ne mutluyduk be, gerçi sonrasında cırcır olup hastanelilik olmasaydık iyiydi" diyecek çoğu.

Kozlu'da bir kafeteryaya gittik geçenlerde. Biz geldiğimizde bir gelinle damat vardı orada çayır çimende fotoğraf çektiren. Mevsim döndü, o günde hava kapalı ve soğuk epeyce. Üstümüzde hırkalar olmasına rağmen biz oturamadık dışarıda. Gelin kızcağızın üzerindeki gelinliğin omuzları, kolları incecik tül kumaştan yapılmış. Tir tir titremekte olduğu net görülüyor. Damat ise yakaları saten kumaştan bir takım elbise içerisinde tabiri caizse çakı gibi dolanmakta. Damatta benim dikkatimi çeken birkaç tavır oldu anlatmak istediğim. Şimdi damat oldukça çelimsiz bir delikanlı. Kısa boylu. Ama hani derler ya Allah saç vermiş kapmış koyuvermiş, öyle sıkı bir saçla kaplı başı. O saçları da apaçi olarak adlandırılan tarzda kulaklarının hizasından arşa kadar uzanan bir şekilde jöleyle güzelce dikleştirmiş. Kafa ile beden orantısı yerle bir. 100 metre mesafeden görenin, gözüne ilk çarpan Eyfel Kulesi, şey yani saçları. Delikanlının normal hayatında takım elbiseyle pek işi olmadığı, içindeyken dünyadan kopmuş olmasından belli. Eller hep cebinde, hafif kabarmış ve göğsünü içeri gömerek öne çıkardığı omuz başları yüzünden bir kasma durumu seziliyor.

Yanındaki bir günlük hanımıyla alakası yok. Kızcağız, oradan oraya geçerken eteklerini toplayıp adım atacam diye eziyet çekmekteyken, damat eller cebinde sallana sallana geçiyor söylenilen yere. Aklı sürekli kendisiyle meşgul olmalı ki, kızcağızın üşümekte olduğunu görmüyor bile. Görse ne yapacak diyenler için, yahu elinden tutsun bari bir anlayış göstersin, bir kaç kelime etsin sevgi sıcaklığıyla; olmadı, bir içeri girip çay filan içirsin hanımına. Ama bizimki içinde bulunduğu takım elbisenin yarattığı büyüyle, Kozlu'dan tüm dünyaya ne kadar yakışıklı olduğunu haykırma peşinde. Elinde tuttuğu, güneş ışığını yansıtan parlak paneli yere indirince, fotoğrafçıya müdahale etti gelin, onunla ısındığını indirmemesini istedi. Bunu görünce, gidip çarşıdan elektrikli bir battaniye alasım, kızcağızı sarıp sarmalayasım geldi vallahi. Biz orada yaklaşık bir, bir buçuk saat kaldık. Bir iki çay içebildik oturduğumuz süre boyunca. Onu da kızcağızın içi gidecek, ayıp olacak diye masa altına eğilip gizlenerek, kah yutup, kah dökerek...

E, artık kalkalım dediğimizde de, fotoğraf çalışması hala devam ediyordu. Yanlarından geçerken damada, "Biz donduk, gelini gördükçe ama senin umurunda değil be oğlum, senin kafa takım elbisenin içinden, yedi düvele yayıp, gözleri kör etmeye çalıştığın ışığınla meşgul. Nasıl "koca" olacaksın sen, çoluk çocuğuna nasıl kol kanat gereceksin, bu gidişle zaten bu kız sabaha çıkmaz, zatürreeden gider, çoluk çocuk da başka bahara kalır ya neyse" dedim. Sonra döndüm kızcağıza, "Kızım" dedim, "Yolun başındayken dön yavrum, bundan sana hayır yok, belli ki sen bu damadın olmayan ışığının gölgesindesin, öyle de gidecek. Eşitlik sıfır, kendine bunu yapma, geleceğini karartma, pırıl pırıl bir  kızsın, aklı saçında değil başında olan birine rastlayacaksındır muhakkak." Bunları söylerken benimle asla aynı fikirde olmayan, en muhalif kanadımın iç sesi aynen şöyle çemkirdi: "Kıskandın de mi? Düztaban seni, millet evlilik sürecini, gelinlik damatlık giyinmekten, fotoğraf çektirmelere, düğünü derneğinden, kalabalıklarla horon tepmelere kadar yaşayıp, fotoğraflarla tespit ediyor, sense böyle eleştirip duruyorsun durduğun yerde, münasebetsizlik etme, sus"

Anında zamanı geri sardım, bütün bunları telaffuz etsem kesin herkes böyle düşünürdü zira. Söylediklerimi söylemek istediklerim olarak değiştirdim ve sadece tebrik ettim. Ha bir de kızcağıza "Üşümedin mi sen?" diye sordum, sanırım çenesi soğuktan kilitlendiğinden, kocası olacak kule kafalı çocuk yanıtladı. "Dondu, vallahi dondu." Baktım, hala eller cebinde yahu. Omuz başları da, çaktırmıyordu ama soğuktan o kasıntı haliyle öylece kalmıştı. Dudaklarını hafif yana kaydırıp, bir müstehzi gülümseme yerleştirdi suratına. "Ben onu ısıtırım abla, merak etme sen" ifadesiyle de muhabbeti iyice sulamış oldu sağ olsun. :(

Ne oldu o gelin, hala yaşıyor mu bilmiyorum. Muhakkak saat gibi işliyordur evlilikleri. Çünkü hemen hemen her zaman olduğu gibi, karamsar bir gelecek gördüğüm her durum, tam tersi gelişme trendi gösteriyor ve yüzümü kara çıkartıyor. Varsın benim yüzüm kara çıksın. İnsanlar mutlu birlikteler yürütüp, elektrikli battaniye kullanmaya gerek kalmadan sevgileriyle ısınsınlar ve çoğalsınlar, çoğalsınlar ki, Atatürk'ümüzün cumhuriyetinin temellerini sağlamlaştırsınlar. Ne demişti Ulu Önderimiz, "Ben Cumhuriyeti gençlere emanet ediyorum." Vazifelisiniz gençler. Vatan görevinden kaçmak olmaz. Gayemiz, yaşanacak ne varsa gelecek adına, pırıl pırıl aydınlıklar içerisinde yaşamak olmalı, şu ahir dünyadan kainata, saçımızla kaşımızla değil, güçlü varlığımızla yayılmalı ışığımız.

Not: Çok güzel horon tepebiliyorum, evleneceklere duyurulur, Kamber’siz düğün olmaz lakin.