Yıl, 1957-60… Fener'deki evimizin bahçesinden arka planda, o zamanların adıyla “Karatoprak”, şimdiki adıyla “Fener Sahası…” Biliyor musunuz, bugünkü Fener Sahası’nın bulunduğu yerin isminin aslında “Karatoprak” olduğunu?
 


Karatoprağın bulunduğu yer, Fener Mahallesi’nin en çukur alanından birisidir. Evvelce burasının tamamen bataklık, etrafının çalılık ve fundaklıklarla dolu olduğu söylenir. Fener Mahallesi lojmanlarının yapımı esnasında molozlar ve toprakların atılmasıyla doldurulmaya çalışılmış. 1950’li yılların ikinci yarısından, 1960’lı yılların ortasına kadar, aralıklarla doldurulmaya devam edilmiş, atılan molozlarla, tümsekler, çukur ve tepeciklerin oluştuğu bir meydan oluşmuştu. Atılan bu toprakların rengi siyah, kömür artıkları ve taş olduğundan, biz Fener’in çocukları buraya “Karatoprak” derdik. Atılan bu topraklarda hercailer, mor zambaklar, menekşeler, mineler, papatyalar açar; yabani ot ve çimenler yeşererek, kara toprağı renklendirirlerdi...
* * * *
Kara toprakta; bazen kızılderilicilik, bazen kovboyculuk oynadığımız o güzel 1960’lı yıllardan yine birinde; mini minnacık taze bir fidan, topraktan yeni yeni fışkırmış, diğerlerinden çok farklıydı. Parlak ve açık yeşil yaprakçıkları, esen serin rüzgarda tir tir titriyordu sanki… Sade bir bitki olmadığını sezmiştim, toprağı dikkatle eşerek çıkarttığım bu ufacık fidanı… Evimizin arka bahçesinde, kömürlüğün yanı başına küçük bir bahçe yapıp oraya diktim. Her gün gelir-gider sular, büyüyüp-büyümediğini kontrol ederdim... Rahmetli babamın emekli oluşuna kadar uzun yıllar baktım, büyüttüm. Fidanım, bir kırmızı erik ağacıydı. Meyvelerini ilk verdiği yılındaki o sevincimi unutamıyorum. “Hayatımda yediğim en lezzetli erikti” diyebilirim. İri iri, diri diri, sarıdan koyu kırmızıya, laciverte dek her tür rengi vardı o parlak yüzünde… Yıllarca ben ona su ve emek, oda bana meyvelerini verdi…1972 yılında İstanbul’a göç ettiğimizde son kez sulayıp vedalaştım, bu ince uzun erik ağacımla… Eskisi gibi taze fidan değildi ki, yanıma alıp götürebileyim...
* * * *
Her sene Zonguldak’a gittiğimde, ev sahiplerinden izin alarak ziyaret ederdim ağacımı... Seneler geçtikçe daha da büyüdü, dallandı, budaklandı… Kocaman ağaç olmuştu, o minicik fidan... Çocukluğumdaki hayallerim hala devam ediyordu.(Çocukluk hayallerinin her yaşta geçerli olduğunu söyleyebilirim. Belki insan her yaş diliminde biraz çocuk, bilemiyorum. “En güzel hayaller, çocuklukta kurduğumuz hayallerdir” diyorum…)O benim ağacımdı… Ulu ve sıhhatliydi…
* * * *
En son 2010 senesinde Zonguldak’a gittiğimde, ilk işim her zamanki gibi ağacımı ziyaret etmek olmuştu. Ev sahibinden yine izin alarak bulunduğu yere, evin arkasındaki ağacımın yanına gittim. O koca ağaç tam dibinden budanmıştı. Canımdan bir şey kopmuştu sanki, sırtımı dönüp, yanından bir kaç adım uzaklaştım, gözlerim doldu. Tekrar dönüp baktığımda o kocaman gövdesinden bir fidan çıkarmış, yaşama sarılmıştı... Belli ki direniyordu… İçimden “Aferin” dedim... Sen kömür ve molozların arasından, kara topraktan çıkıp filizlendin ya… Sen benim ağacımsın, başarırsın… Ev sahibine neden kestiğini sorduğumda, mutfak penceresinin önünü kapattığından, mutfağın karanlık olduğunu söyledi… O sulu, lezzetli, diri diri erik ağacı, serin bir gölge yaptığı için feda edilmişti…
Sonraki yıllarda bir daha memleketime gidemedim.



Kara toprakta; ilkbaharda bu tepeciklerin eteklerinde ve çukurlarda, yağmurların yağmasıyla gölcük gölcük sular birikir... Bu sulara, kurbağalar yumurtacıklarını bırakırlardı. Yumurtalardan çıkan siyah siyah larvalarla bu su birikintileri adeta siyaha bürünürdü. Biz Fener’in gizemli tabiatının içinde büyüyen şanslı çocukları, bu larvaları su dolu şişelere doldurur, akvaryumda “balık” niyetine evlerimize götürürdük. Rahmetli annemin, “Katiyen içeri sokmam” dediği bu siyah, koca kafalı, koca gözlü, balık görünümlü larvalar, şişe içinde uzun bir yalvarma ve ağlamanın sonunda eve girer, rahmetli babamın gözlerinden ırak bir köşede yerini alırdı. Akşam yemeğinden sonra karşısına oturup gizli gizli saatlerce şişe içerisinde, o kocaman ağızlarını açıp-kapayıp yüzen bu larvalara bakıp bakıp hayaller kurardım. Uzun bir günün yorgunluğundan, sonunda bitkin düşer, uyuya kalırdım. Hayallerimi kurduğum bu şişe ve içindeki “balıklarım” ertesi günü uyandığımda nedense yerinde olmazlardı!
* * * *
Her yeni bir günün doğuşunda, dinlenmiş, dinç başka maceralar arardık. Larvalar metamorfoz sonu sudan çıkıp minicik kurbağalara dönüştüklerinde, karatoprağın tepeciklerinde zıp zıp zıplarlar, zıplayan bu kurbağaların peşine, bu kez o kuzguni kargalar düşerdi... Kurbağalar çalılıklara doğru göç etmeye çalışırken, pike yapıp üzerlerine saldıran kargaları da biz kovalardık. Kurbağalar… Kuzguni kargalar... Ve Fener’in çocukları... Bir koşturmacadır giderdi, o kara topraklarda...
* * * *
O tepecikler, molozlar, 1960 yılının ortalarından sonra buldozerle dümdüz edildi, sahanın bir bölüm yerlerine de toprak yüzeyinde suyun birikmemesi için yağmur sularını içeri çekebilen ızgaralar yapıldı. Oyun stratejisini değiştirmek gerekiyordu artık. Tümseksiz, tepesiz kocaman bir alan... Fener’in çocukları, bundan sonra artık futbol oynayacaktık, kara toprakta... O zamanlar çocuk bahçesindeki demir oyuncakların arasında oynadığımız futboldan gına gelmişti. Demirden olan bu oyuncaklara, oramızı-buramızı vurur, kanatırdık. Elbirliği ile o düzeltilmiş sahaya, eften-püften ilk kale direğini de biz diktik. Ne var ki, bir tek kale direğini yapabildik. İkincisini yapacak ne tahta vardı, ne uzun direkler, ama bir kale ayaktaydı. Gururla ve neşeyle top koşturuyorduk, o kara toprakta…
* * * *
Bir gün, Fener dışından gelen bir grup genç abiler, maç yaptılar orada... Biz kenardan sadece seyrettik... O günden beri o tek kaleli kara toprak, kapanın elinde kaldı. Bizim diktiğimiz direk, bir müddet direndi o şutlara, o şartlara; eğilip dengesini kaybetse de, biraz sallayıp-silkeleyip yan direklerin dibinde bulunan taşlarla da destekleyince, dikiliyordu yine ayağa...
* * * *
Kara toprak sonraları Zonguldakspor’un antrenman sahası olarak kullanılmak istense de, fazla ilgi görmedi, bakımsız kaldı. Daha sonraları ele alınarak, yardımlar ve büyük uğraşı sonucu bugünkü Zonguldaklıların gurur duyduğu bir futbol sahası haline getirildi.
* * * *
En son 2010 yazında gittim memleketime; karatoprak şimdi yemyeşil sentetik bir saha... Ne tepecikleri var, ne fındık ağaçları, ne de mor zambaklar... Ne kurbağacıklar, ne kargalar, ne de kargaları kovalayan o çocuklar… Direkleri de tahtadan değil artık. Sallayıp-silkeleyip yerine oturtmaya, taşlarla desteklemeye gerek yok… Ne karası görünüyor, ne tümsekleri… Adı da “Fener Sahası…”
* * * *
Aktardıklarımın hepsi 50 yıl ve öncesinde yaşadıklarımız…
Hepsi bir bir anılarımda şimdi…
Sizlerde bilesiniz istedim…
Erik ağacım mı ne oldu? Şimdilik bende bilmiyorum. En kısa zamanda gideceğim, cennet memleketime… Ömrüm el verirse, erik ağacımın son fotoğrafını sizlerle paylaşacağım… Umarım başarmıştır.
 
ERİK AĞACIM HAYATA TUTUNMUŞ…
 
Eylül 2020, yine Zonguldak’tayım, bir gün bile olsa Zonguldak havasını derin içime çekip geri döndüm. 60 sene önce çocuk ellerimle diktiğim erik ağacım hayata tutunmuş, dünyaya dallarıyla sarılmış ve serpilmiş…
 
Bazı şeyler vardır hayatta, gittiğin yerlere alıp götüremediğin...
2010 yılında gidip gördüğüm dibinden kesilmiş erik ağacım dimdik ayakta. Kökünden kesildikten sonra verdiği filiz evin boyunu geçmiş, yine kocaman bir ağaç olmuş. Demiştim kara topraktan alıp minik ellerimle diktiğim erik ağacım her şeye direnir diye. Bu yıl (Eylül 2020), gittiğimde yine ziyaret ettim erik ağacımı. Merak eden arkadaş ve dostlar için yine resimlerini çektim. Dokundum içim ısındı. Söz verdiğim gibi paylaşıyorum.
Uzaklardan kucak dolusu selam ve sevgiler.
 


Yıldırım Özener (2011) - Changsha - Çin Halk Cumhuriyeti
Derleme: Yüksel Yıldırım
Zonguldak Nostalji