Bir düşünürün saptaması şöyle; “Sevgi, güvenin anasıdır. Sevgi; güveni, güven; başarıyı, başarı da mutluluğu getirir!”
Ülkemizi yöneten politikacıların insanlara davranışı, politik söylemleri ve tutumlarını gördükçe, yaşadığımız toplumsal ayrışmanın nedenlerini bu düşünce dizgesindeki yoksunluğa bağlıyorum hep!
İnsanlara sevgiyle davranan kişi güven kazanır. Güven, insanı başarıya götürür. Başarılı olunca da mutlu oluruz.
Türkiye mutluluk endeksi araştırmalarında açık ve net bir şekilde gördüğümüz o ki daha yoksul ve teknolojiden uzak yaşadığımız 1970’li yıllarda daha mutlu ve gelecekten umutluyken, son yirmi yılımızda mutsuz ve umutsuzuz. Mutsuzluğun insan üzerindeki doğrudan yansıması umutsuzluktur! İnsan umudunu yitirirse yaşamdaki diğer ayrıntılar da önemini yitirir!
Şiddet, cinnet, cinayet ve intihar sayılarındaki önlenemez artışın temelinde bu umutsuzluk var!
Ülkemizi yöneten politikacılar ve gelecekte yönetmeye aday politikacılara önerimdir; insanlarımızı ayrım yapmaksızın sevin! İçinizde sevgi olsun! Bunu davranışlarınıza yansıtın! İnanın insanlar size güvenecek, bu da hepimizi başarıya götürecektir!
Sevgisizliğin kaba yansımalarını görmek için akşam TV haberlerini ya da Salı günleri yapılan partilerin grup toplantılarını izlemenizi öneririm! Bakalım gözümüzün içine baka baka edilen sözler size güven verecek mi?
AĞAÇTAN BİR YAPRAK...
NK Şiir Evinde ikindi kahvemi içerken gelip döküldü dizeler; “bir yaprak düştü masama / ölü bir yaprak / dalından kopmuş ölü bir yaprak/ oysa ben içerdeyim”
Yitirdiğimiz insanlar geldi aklıma. Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu, Adnan Murat Kâtip, Affet Köktürk, Yalçın Bostancı, Sabahattin Muslubaş, Erdal Demircan ve en son Turan Uzaldı...
İlk gençlik yıllarımızın gözde Almanyalısı Selahattin Muslubaş Ağabey... Bir varmış, bir yokmuş oldular! Dün vardılar; şimdi yok!
Bir bir düşüyor ağaçtan yapraklar! Azalıyoruz.
Erdal’ın cenazesinde Maksut Kamitoğlu’na; “Ağabey, sıra sana geliyor. Teknenin başına yaklaşıyorsun!” dedim.
Maksut Ağabey muzipçe gülüp “Ben sıramı Sebahattin Ketboğa’ya verdim. Hatta istersen sana da verebilirim!” dedi. Yüzümüze acı bir gülümseme yapıştı!
Ölümden kaçış yok!
Keşke bunu sevgisizlik çukurunda debelenen dünyevi ihtirasın tutsakları da görebilse... Keşke, ülkenin yer altı, yer üstü bütün varsıllıklarını talan eden doymak bilmez türdeşlerimiz görebilse.
“Ölüm varsa mülkiyet yoktur!” diyen Karl Marks mezarından kalkıp mülkiyet tutsağı türdeşlerimizin kafasına kafasına vursa!
Mevsim güz! Ağaçtan yapraklar ardı ardına düşüyor!
İNSAN ÖMRÜ...
İnsan ömrü üç bölümdür; 1-Sabah, 2-Öğlen, 3-Akşam!
Gece yoktur insan ömründe. Gece yok oluştur. Gece ölümdür!
Sabahımız çocukluğumuzdur. Dur vur derken geçip gidiverir.
Akşamımız yaşlılığımızdır. Öncesi geriye özlem, sonrası ah vah!
Bize kalan öğlen saatlerimizdir. Yani sağlıklı, dinç ve güçlü zamanlarımız. Gençliğimiz ve olgunluğumuz! Yaşamın o bölümü ne denli insanca geçerse o kadar mutlu oluruz.
Geceyi söylemiyorum. Orası kesif bir karanlık!
Sanırım bu hafta biraz çok ‘ölüm’ sözünü kullandım. Affola!
BİR OKUR...
Bir okur dedi ki “Hocam, neden ülke siyaseti, Zonguldak siyaseti ve sorunları üzerine yazmıyorsun?”
Ülke siyaseti üzerine ironik kimi göndermeler dışında yazmadığım doğrudur ama ülke sorunlarıyla ilgili yazmadığım yanlıştır! Bugüne kadar ne çektiysem, neler yaşadıysam ülke sorunlarına müdahil olduğum için yaşadım. Bunu, eğitimcilikten gelen bilinç ve refleksle; “Yakından, uzağa / Bilinenden, bilinmeyene” ilkesiyle yaptım.
Elbette benim için Kaz Dağlarındaki talan önemliydi ama benim önceliğim Yeniköy-Ören Tarlası Doğa Katliamıydı! Elbette siyanürle altın arama tahribatı benim için önemliydi ama benim önceliğim Filyos’taki doğa katliamıydı!
Dedim ki “Hep yükseklere, uzaklara bakarak yürüyen önündeki çukuru göremez! Görsel, sayısal ve yazılı basınımızda bu söylediklerine kafa yoran o kadar değerli kalem varken, Çaycuma’dan doğru Ankara’ya atış yapmak ne kadar doğrudur?”
Hep söylemişimdir, herkes bulunduğu yere çağcıl, insancıl ve toplumcu bir çizgide katkı koyarsa ülkemiz ve insanımız adına yararlı bir iş yapmış olur. Doğrusu bu!
Zonguldak’ı Ahmet Öztürk’e bırakıyorum! Çaycuma’yı sorarsanız o hep uçuyor. Şeyh postunda keyif çatıyor ama müritler onu uçuruyor! Uçuyoruz hep birlikte! Uçuyoruz ama konacak yerimiz yok! Böyle giderse havada kalacağız!
TÜKÜRDÜĞÜNÜZÜ YALAMAYIN BÜLENT BEY!
Adalet dedi, hukuk dedi, demokrasi dedi, hoşgörü dedi... Daha bazı şeyler dedi ama hepsini alt alta yazsanız bile bizim kavlangaların altında yaptığımız söyleşilerin yirmide biri etmez!
Saraydan, yüzüne yüzüne, en sert ses tonuyla; “fitne!” denildi! “Bizim böyle bir görüşümüz yok!” denildi.
Şimdi Bülent Beyin önünde iki yol var; ya “Yanlış anlaşıldım; ben öyle demedim!” diyerek tükürdüğünü yalayacak ya da dik durup “Dedim kardeşim, neyse bedeli öderim!” diyecek.
Ben Bülent Beyde dik duracak bir yüreklilik göremiyorum! İnkâr edecektir!
Bu, Bülent Arınç’ın ikinci ters kaleye yatışı! Topun sahibi ofsayt mofsayt tanımıyor! Veriyor tekmeyi topa! Her şut gol!
Ne diyelim! Bülent Beye sıradan bir yurttaş olarak bir cümlecik önerim şudur; “Ya sözü söylemeyeceksin ya da dik durup tükürdüğünü yalamayacaksın!” Adalet, hukuk, demokrasi, eşitlik, hoşgörü, barış demenin bu ülkede her babayiğidin harcı olmadığını bilmeli insan!
Allah Bülent Arınç’a kolaylık versin!