Başlığa bakıp “Hoca, şey sözcüğü ayrı yazılır!” demeyin. Ben bilerek bitişik yazdım!
Bugünlerde Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Zamanın Ağızları adlı anlatı kitabını Bülent Kale’nin o güzel çevirisinden okuyorum. Minik dokunuşlarla anlattığı izlenimleri ve duyarlıklarını öylesine dil oyunlarıyla tümcelere dönüştürüyor ki her bir sayfada birkaç damarımıza basmadan geçmiyor!
Gelelim “Herşeyci”ye...
Anlatının bir bölümü şöyle; “Bölgenin tek doktoru Rene Favaloro da bir herşeyciydi! Elindeki çok az aletle, bulduğu çok az ilaçla, kardiyolog, cerrah, kadın doğumcu, psikolog ve çare bulunması gereken her konunun uzmanıydı!”
Bu bölümü okurken aklıma Albert Schweitzer (14 Ocak 1875 - 4 Eylül 1965) geldi. Kilise eğitimi almış ve misyonerlik faaliyetleri için Afrika’ya gitmiş olmasına karşın, siyahî Afrika’ya, beyazların yaptığı kötülük ve sömürüyü yok etmek için onlara vaaz etmeyi değil doktor olarak hizmet etmeyi seçen bu “insan” yaşamını da Afrika’da (Gabon) tamamlamıştı!
Albert Schweitzer’in yaşamı ve yaptıklarını anlatan kitabı lise öğrencisiyken okumuş ve zaman da şimdiki gibi düşünmüştüm; “Adamın elinde hiçbir şey yok ve o her şeyi yapıyor!”
Gelelim bugüne...
Eğer kendinizi toplumunuza karşı sorumlu ve insan olarak da zorunlu duyumsayanlardansanız bugünün “herşeyci”lerinin başına neler geldiğini, neler getirildiğini de görmüş olursunuz! Bunun Schweitzer döneminde olduğu gibi beyazın siyaha yaptığı bir kötülük değil, beyazın beyaza ve hatta Türkün Türk’e yaptığı bir kötülük olduğunu da görürsünüz!
Her şeye karşın “herşeyciler” kötülüklere karşı savaşımını yokluklar içinde sürdürüyor!
Bu öğretici saptamaların devamı olarak ironi yapmadan geçmek olası değil! Bugün, yakınımızda uzağımızda, orada burada ve özellikle televizyon ekranlarında boy gösteren “herbokologlar” var! Deyim için özür dilerim ama durumu anlatacak başka bir sözcük de bulamıyorum! Bu türün ortak özelliği çıkarı ya da salt bilgisizliği nedeniyle erk sahiplerine secde etmek için fırsat kollamalarıdır! Ne acıdır ki böyleleri bu secdeleri için ödüllendirilerek ateşe benzin dökülüyor!
Bilmemek bir eksikliktir ama kötü bir durum değildir. Bilmediğini bilmemek de öyle! Ne ki bilmediğini bile bile ‘herbokolog’ olarak çığırtkanlık yapanlara söylenecek sözü de siz okuyucuya bırakıyorum!
İBRAHİM GÖKÇEK VE HELİN BÖLEK
78 Kuşağına ilişkin çok şey söylendi! 68 Kuşağının devamı olan bu kuşak ateşlerden geçmiş, ölümlerle sınanmıştır. O yıllarda yaptığımız seminerlerin önemli savsözlerinden birisi; “Düşmana inat bir gün daha çok yaşamak!”, diğeri “Bir devrimcinin görevi ölmek ve öldürmek değil; savaşıma omuz vermektir! Halkımız için yaşayacağız!” şeklindeydi.
Ölüm orucu olarak adlandırılan “öze kıyım” bir insani tercihtir ancak bunun onaylanması ve hatta bir devrimci yöntem olarak seçilmesi toplumsal düşüncenin özüne aykırıdır! Ölerek varılacak bir hedef yoktur!
Grup Yorum üyesi İbrahim ve Helin öldü! Yönetenlerin kılı kıpırdamadı! Kıpırdamazdı! Ve hiçbir zaman kıpırdamayacak! Ve içinde ölüm olan hiçbir savaşım şekli bizim yöntemimiz olmamalı!
Helin ve İbrahim yaşamalı, kötülüklere karşı türküler söylemeli, alanları yüreklendirmeliydi! Hiçbir şey yapamıyorsan yolda yürürken ıslık çalacaksın! Türküler mırıldanacaksın! Hasan Hüseyin’in seçim alanlarında halka şiir okuması gibi! Gitar çalamasın diye Augusto Pinochet faşizminin piyonlarınca parmakları kırılan Victor Jara gibi! Diyarbakır Cezaevinde, Ankara Ulucanlarda ve faşizmin kol gezdiği her yerde işkencelere direnen yoldaşlar gibi!
Helin ve İbrahim yaşamalıydı!
EMPATİ DEMİŞTİM YA!
Çaycuma Belediye Başkanı sosyal medyadan bir açıklamada bulundu;
“Belediye paylarında tarihi düşüş! Mayıs ayı giderimiz 4.650.000.-TL Mayıs Ayı Ankara’dan gelen: 866.874.-TL Fark: -3.783.126.-TL”
Eminim şimdi bu gelir tablosuyla nasıl hizmet verileceğini düşünüyordur! Eminim yaşananlara tepkilidir!
Empati demiştim ya!
Özellikle 2020 yılı başı itibariyle piyasaya yapılan olağandışı zamlar, gelirlerdeki aşınma, işsizlik ve diğer nedenlerle soluk alamaz duruma gelen halkın üzerine, 2464 Sayılı 12 Eylül yasasına dayanarak yüklemeye çalıştığınız kaldırım katkı payı rakamları karşısında halkın verdiği tepkiyle sizinki aynı!
Hem size, hem ortaya doğru soruyorum; üç bin beş yüz dolayındaki katkı payı ödemesi çıkan yurttaşın kaçı ödedi, kaçı ödemedi, kaçı ödeyemedi? Ve devam ediyorum; bu serüven ne şekilde bitecek?
Üstte açıklanan tablo geniş bir katılımla değerlendirilip neler yapılabileceği gözden geçirilseydi ve örneğin yıllık emlak vergisi kadar yardım talep edilseydi, talep edilenin en az iki katını gider yatırırdım! Ve böyle düşünen o kadar çok insan var ki!
Bu konuya ilişkin çok söz söylendi ve uygulama şu an yargıya taşınmış durumda. Karşılaştırmayı, bu yazıyı okuyanların vicdanlarına bırakıyorum.
ZAMAN
Akıp gidiyor... Felsefe, zaman kavramını, “Eşyanın eskime süreci” olarak tanımlar. Yani akıp giden bir şey yoktur. Eskiyen bir şeyler vardır ve onu ancak biz öyle yaşayarak görürüz!
Durağanlık cansız varlıklar için söz konusuyken, canlılar için akıp geçen zaman olur!
Yazı, insanın birkaç önemli buluşundan birisidir. Geriye onlar kalacaktır. Kalanlar için görünür kılınırsa deneyim olarak okuyanı varsıllaştıracaktır. Taşa yazı yazanlar mağara duvarı bile olsa binyıllar sonra varlığını sürdürürken, çiklet çiğneyenlerin kimseye yararı olmayacaktır.
Zaman, taşa yazı yazmanın serüvenidir!
Serüven sürüyor!