- Sabah yiyecek torbasını eline verdim. İçinde ne mi vardı? Domates, ekmek, zeytin. Ne var da, ne koyacağım!
- Ben de soğan, ekmek, domatesle yolladım kocamı ocağa...
- Çocuklar “babam nerede?” diye soruyorlar. “Gelecek, vardiyada, işte” diye cevaplıyorum.
- Benim oğlum işten son çıkarılanlardan. Feleği şaştı, morali bozuk ve köye uğramıyor.
- 400 lira kredi, 300 lira elden, kira, elektrik, su, çocuklar, kumanya... Benim adam diyor ki “işten atarlarsa kendimi vururum, valla.” Ben kapı kapı dolaştım “gelin” dedim herkese... Sonuçlanmadan biz burdan dönmeyiz.
- Aha bunun adı Egemen. Dört yaşında. Bir de kızı var iki aylık. Babaları yedi yıldır bu ocakta çalışıyor. Emekliliğine üç yıl var daha. İşsiz kalırsa ne yaparız biz?
- Seçim zamanı ağzımıza bir parmak bal çalanlar, dört duvar arasında karanlık bir odaya kapatsınlar kendilerini de bir düşünsünler bakalım, ne oluyormuş!...Hastaneyi al, PTT’yi al, her yeri al... Bir canımız var!
Bu içerikte birçok söylemi oldu madenci eşlerinin, madenci analarının. “...Dört duvar arasında karanlık bir odaya kapatsınlar kendilerini...” diye, fevaran eden üç çocuk annesi kadının vurgulayıcı cümlesi belleklere kazındı!
Maden işletmesinin sahibi, burjuva politikacısı veya değişik markada yağdanlıktan kendini karanlık odaya kapatıp da düşünmesini bekleyemeyiz elbette. Bu cümle bizim, işçi ve emekçilerin ve en geniş cepheyi oluşturmak için mücadele veren devrimci-sosyalistlerin belleğine kazınmalı. Aydınların, yazarların, şairlerin, müzisyenlerin, sanatçıların...
Şimdi bir işçi emeklisi ozanın dizeleri ile buluşalım;
“Kaybolmuşum derinliklerinde yerin,
Sarmış bedenimi bir orman gibi madenin zifiri karanlığı.
Sanırsın yol vuruyorum merkezine dünyanın,
Tulumum sırtımda hazır kefen,
Hasret kaldım aylı aysız gecelere
Gün mü ağardı dışarıda?
Güneş mi doğdu meşelerin üstüne?
Mor menekşeler baharı mı muştuluyor?
Vakitsiz mi öttü çil horoz?
Bir baş lambası ışığında kazma ucu,
Tüm evrenim umudum.
Gökyüzü üç bin ışık yılı uzakta...”
Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu’nun “Madenci” adlı bu şiirini karanlık bir odada yineleyebiliriz. Belki küçük bir ışık, baş lambası amacıyla kulanılabilir. Bunu deneyebilirsek, yerin derinliklerinde ne olup bittiğini daha iyi anlarız.
Emekli edebiyat öğretmeni Hamit Kalyoncu, kazma vuruşları ile heceleyerek okunması için yazdı belki de “Aman of” şirini... Zifiri karanlık olgusunu biraz daha pekiştirelim!
“Bu kara kömür vazgeçilmez bir sevda
Babam da kazma salladı bu ocakta
Bizim köylü hep burada
Beş yüz altmış nakızda
Her yan kömür
Emekse emek
Terse ter
Tüüh... Tüüh...
Vur ha toprağın karnına
Hııh... Hııh...
Aman offf...
Yüklenmiş sırtıma Zonguldak
Gitmesem edemiyorum
Ekmek ister çoluk çocuk ana baba
Ne diyeyim daha...”
Çok yalın, “...Ne diyeyim daha!..” Eli katmer nasır, ciğeri tıknefes, gözü kömür karası sürmeli madencinin evini çoluk çocuğunu geçindirebilmesi için boşluk vermeden çalışması gerekiyor. İşsizlik korkusunun ölüm korkusunun önüne geçtiği günümüz şartlarında, özelleştirme ve taşeronlaşma lehine alınan her karar madenciyi daha derinlere gömüyor. Hem de ailesi ve tüm sınıf kardeşleri ile birlikte!..
Havzanın çevre köylerinde yaşayan er kişilerin mükellef kabul edilerek, jandarma dipçiği ile ocağa çalışmaya iteklendiği 1940’lı yıllarda yaşananları “Ölümün Ağzı” romanında anlatan İrfan Yalçın, Kocası göçükte kalan Emine ile oğlu Hasan arasındaki konuşmayı şöyle aktarır:
- Ne çabuk öğrendin üç beş ayın içinde madenciliği?
- Öğrenmek için bi gün bile yeter, ana... İnsan ölmüş, ölmemiş, kimin umurunda orda? Senin ölün gömülmüş, gömülmemiş, kime tasa? İstersen bütün dünya ölsün gebersin! Taktığı yok hiç kimsenin... Var mı yok mu çokca kömür çıksın... Sade bu... Zar-zor diye bi şey icat etmişler, milletin anasını belliyorlar gece gündüz...
1940’lı yıllarda köylü; Tarlasında ekip biçtiği, besleyip sağdığı hayvanıyla kıt kanaat da olsa geçiniyordu. İşsizlik girdabı korkusunu bilmiyordu havza köylüsü. Bildikleri tek korku vardı, o da ocaklardaki ölüm girdabı. Bu nedenle, o yıllarda ailece direndiler bu girdaba.
Günümüzde ise, ekip biçme unutuldu, on yıllardır tarlalar nadasa bırakıldı. Hayvancılık da buna bağlı olarak geriledi. Çoluk çocuk büyüdü, torunlar serpildi, nüfus çoğaldı. Üç nesil bir maden emeklisinin maaşına bakar oldu. Çalışabilecek er kişi “ne iş olsa yaparım” düşüncesini kabul etti. Ekmek aslanın ağzındaydı! Her şey göze alınarak, işsizlik girdabına direnme başladı. TTK işçiliği mi? En ideali. Özel ocak! Farketmez. Taşeron! İş olsun da. Kaçak ocak! Tabii ki...
“Ekmek ister çoluk çocuk ana baba / ne diyeyim daha...”
Madencinin yaşamından bir kesit anlatılmak istendiğinde, genellikle evinden ayrılırken karısı ile vedalaştığı an üzerine imge oluşturulur. Madencinin karısı “kocam işine gidiyor, acaba sağ sağlim evine döner mi?” diye veya madencinin dünyasından anlatılır, “evime aileme dönebilir miyim?” diye... Kuşkusuz bu imgeler yine de geçerlidir. Fakat “işsiz kalmadan evime aileme dönebilir miyim?” düşüncesi yaşamın gerçekliği günümüzde. Yani işsizlik korkusu büyük girdap. İmge oluşacaksa, buradan oluşmalı!
Bedenlerini yerin derinliklerinde zifiri karanlığa gömen madencileri desteklemek için bacaağzında “susma sustukça sıra sana gelecek” diye slogan atan kadınlar, analar biliyorlar ki; koca işsiz kalırsa, oğul işsiz kalırsa evin direği yıkılacak. Ölüm ne ki?