Gençliğimde, süsüme püsüme pek bi önem verirdim. Bakımlı ve akılda kalıcı olduğumu düşünürdüm. Hayat akışında da benden yaşça büyük insanlarla tanışırdık. Bir süre geçtikten sonra o kişilerle yeniden karşılaştığımda, ben hemen hatırlar, samimiyetle merhaba derdim, karşımdaki ise hatırlamazdı beni. "..Ah kızım, kusura bakma bizim kafalar dolu.." özrüne rağmen, her defasında feci bozulurdum. Ne demekti kafa doluluğu, benim gibi biri unutulur muydu yahu.
Zaman geçti, o insanların yaşına ben de geldim. Aynı dimağ karmaşasını ben de yaşıyorum, hem de daha traji-komik sonuçlarla. Bunu ekseriyetle, her sene belli dönemler için işyerinde bulunan stajyer öğrencilerle yaşıyorum. Bir iki dönem öncesindekileri belki ama seneler öncesinde kalanları asla ve kat'a hatırlayamıyorum. Yolda sokakta tanımadığım biri bana selam veriyor, ruhsuz bakışlarım karşısında, durumu çakan bazıları kendini tanıtınca aklım başıma geliyor, ya da valla ne yalan söyliyim gelmediği de çok oluyor, ama çaktırmıyorum. İçinde bulunduğum bu acziyet, karşımdakine ukalalık gibi gelebilir, hiç yoktan çirkin sıfatlarla bezenmiş kuyruklu bir tuvalet giydirilerek yoluma devam edebilirim, malum bu da arzu edilmeyen bir durumdur. O bakımdan, "a tabi ya, hahhaha.. adın da şeydi di mi?" sorusuyla, ona pas atarak son çare ismini söylemesini sağlamaya çalışıyorum, ki tanıyor gibi konuşurken bu ismi samimi bir şekilde telaffuz etmem, inandırıcılığımı arttıracaktır. Ah ah.. ne hallere geliyor insan yaş aldıkça.
Bir kurs programı için 2 haftalığına Ankara'da bulunduğum bir süreçte, kurs binasının kantini işleten kişi bir iki gün sonra yanıma gelip, "Ülkü Hanım, ben sizi hatırladım ama siz beni hatırlamadınız galiba, biz ilk okulda aynı sınıftaydık, unuttunuz mu?" diye serzenişte bulundu. Olur mu ayol, dün gibi hatırlıyorum. Yav kardeşim seksen sene öncesini nasıl hatırlayayım allasen. O zaman sabi sübyan çocuklardık, iskelet yapımız şimdikinin 4 te 1 i kadardı, insaf yahu. El kadar çocukla, eşşek kadar bir adamı hem de el memleketinde, nasıl eşleştirip de bağlantı kurabilirim. Zaten eğitim aldığımız konu haddinden fazla boğucu, kazasız belasız bitirip evime intikal etme peşindeyim. Kafa olmuş bin beş yüz. Off tabi böyle söylenmiyor. "A-a gerçekten mi?" diye sorup, salaklığım için özür dileyip, hatırlatmasını rica ediyorum. Nasıl bir mahcup nasıl bir eziğim o anlarda düşünemezsiniz. Adının Mercan olduğunu söylüyor. Hayret, bu isimde birini kat'iyetle hatırlamıyorum. Oysaki aklımdan ulen kesin isminin Hüseyin olduğunu söyliyecek diye geçiriyordum. Iska. Fakat nasıl bir Hüseyin tipi var adamda ama anlatamam. Neyse bir hafta boyunca ben Mercan'a, Hüseyin diye seslendiğimi, bir keresinde çay isteyip de, hiç ilgilenmediğinde, "duymuyor musun beni Hüseyin çay istiyorum" diye cıvık cıvık tekrar sorunca, sinirle aniden dönüp, "e benden istemiyorsun, Hüseyin versin sana çay" dediğinde anlıyorum. Off gene baltayı taşa sapladım. Kara bahtım kem talihim yine nüksetti. Bin kere özür diledim bu defa iyice rüsva olduğumdan Notterdam'ın kamburu gibi yamuk yumuk bir fizikle. Fakat belli ki zor bir isim olduğundan ilkokulda bile reddetmiş, hafıza kayıtlarıma almamışım baksanıza.
İnsanüstü bir çaba sarf ederek, Mercan diye hitap etmeye çalıştım sonraki günlerde. Hayır olmuyordu, her defasında Hüseyin ismi çıkacak oluyordu bu mübarek ağzımdan. Riske girmemek için kolayına kaçıp, hiç ismini sarf etmeden geçirdim kalan zamanı. Derken geldik kursun sonuna. Herşey bitti, sertifikalarımızı almaya gideceğiz son gün. Erken zuhur etmişim salona. Gideyim de Hüseyin'den ay pardon Mercan'dan son bir çay zıkkımlanayım diye düşünerek kantine yöneldim. Baktım kurstan başka bir bayan arkadaş orada ve bizimki de badanası bozulmuş bir duvara elinde fırça yama yapıyor. Kurs bitti gevşekliği ve saldım çayıra tutumuyla, önce bayan arkadaşa merhaba deyip, dönüp Mercan'a da selam edesi oldum, fakat tek hece çıktı ağzımdan "..HÜSs" ve kaldım, O da aynı anda yukarı dönen fırçasıyla duvarda kalakaldı. Arkası dönüktü. Anlık bir tarama yaptım kayıtlarda ama hayır, ismini yine bulup çıkaramadım. Bir kaç salise O da, ben de kaldık, gittikçe desibeli düşen sesim ve omuzlarımla ..".. merhaba.." diye tamamladım, öznesi yarım kalan cümlemi. Dönmedi bana, cevap vermedi, ben de etrafta başka birini aradım merhabamı yönlendireceğim. Sadece üçümüzdük oysaki. Benim cümle, sersem sepelek atmosferde asılı kaldı, sertifikalarımızı alıp da defolup gidene kadar.
Her yaşın bir güzelliği var deyimi de benim için bir şehir efsanesinden öteye geçmemekte haliyle. Yaşlanmanın güzelliği edindiğin tecrübeler sadece ama kimseye faydası yok. Çünkü yeri gelip de tecrübelerini konuşturman gerektiğinde kimse iplemiyor ve gevezelikle itham ediliyorsun yok yere. Mecburen dağıtmaya başladığın engin tecrübelerini, kucağına topluyorsun tek tek. Başlarını okşuyorsun, teselli ediyorsun, teselli edilmesi gereken sen olmana rağmen.
Daha vahim durumlar yaşayacak olabilirim diye düşünüp, bir şekilde aklımda kaldığı üzere cebimde sudoku taşıyorum. Sıkıştığım anlarda cebimden cart diye çıkarıp, telaşla çözmeye çalışmama kimse anlam veremiyor ama ben biliyorum ki ilerdeki kazalardan beni koruyacak emniyet kemerleri onlar.
Yüzümdeki çizgileri seviyorum, onlar yaşanmışlıklarımın en güzel izleri demişti bir arkadaşım züğürt tesellisi misali. Ben kazayağı hatta daha da ileri giderek düpedüz tekaüt evrakı diyorum.
Uzun bir gençlik, ya da en azından makul bir süre öyle hissedilmek dileğiyle (çünkü hala genç hissediyorum teranesi uzayınca, an geliyor makasa girip ray değiştirip yolu ahmaklıkla sürdürebiliyor insan, çizgi ince, dikkat etmeli) kisstim herkesi.