Türkçe-edebiyat öğretmeni, şu dört etkinliği güzelleştirme memuru: KONUŞMA, DİNLEME, OKUMA, YAZMA. Aslında bu görev anayla başlıyor. İlk öğretmen annedir. İlkokulda sınıf öğretmeni devreye girer. Ortaokul ve lisede alan uzmanına yüklenir görev ve sorumluluk.
Emekliyim. Başka uzmanlık alanı emeklileri özel yaşamda devreden çıkmıyorlar. Örneğin, plajda, boğulmaya emekli doktor izleyici kalmıyor. Emekli imam, Mevlit okuyor. Ben de karışabilir miyim, konuşmalara, dinlemelere okuyup yazmalara?
Siz ne derseniz deyin! Karışmadan duramayız ki güzelliklere, yanlışlara! Alışmışız güzeli alkışlamaya, yanlışı düzeltmeye. Herkes iyi konuşabildiğini düşünüyor. Bir yanlışlık varsa karşı tarafta var, sanılıyor.
"Güzel yazma konuşma dersi çocuğu değiliz. Bırak okulculuk oynamayı, işine bak!" dersiniz. "İnsan konuşa konuşa, hayvan koklaşa koklaşa…" demişler atalarımız. Konuşacağız.
Konuşmak, duyguları ve düşünceleri bir dilin sözcükleriyle anlatmak, sözü kullanmak, söz söylemek; belli bir konudan söz etmek demek.
Konuşma kendiliğinden gelişmez. Toprağa düşen tohumun meyveye dönüşümü gibi çaba ve çapa gerekir iyi konuşabilmek için. Tohumun düştüğü toprak ve iklim gibi etkilidir çocuğa çevresi. Tabii konuşmaya yatkın bir yapı zorunludur başta. Sonra birikim gelir.
Birikim, söz dağarcığı geliştirerek başlar. Kumbarada para biriktirmekten önemli bu iş. Çocuk, dinleyecek, okuyacak, izleyecek. Eskiden nineler boşuna masal anlatmazlardı. Yaşar Kemal, anlatı geleneğinden almış balını. Sözel halk sanatları geleneği olmasaydı yörede Âşık Veysel olur muydu acaba? Evde, sokakta, okulda, çeşitli ortamlarda uygulamalı gelişir dağarcık.
Konuşma, doldurur, boşaltır; canlandırır, kanlandırır insanı. Sözcüklerin okşadığı yerde sevgi, barış ve demokrasi vardır. Konuşma, yazıya göre sıcaktır. Mutluluk aşısıdır o. İnsanı güzel konuşma kanatlandırır. O, insanı âlim de zalim de yapandır.
Konuşmada ortam çok önemli. Ne, kime, nerede, ne zaman, ne kadar, nasıl, iletilecek önceden bilinmeli. Biçem alıcıya göre ayarlanır. Vurgu ve tonlama dikkat ister. Dedeye ayrı, çocuğa ayrı seslenmek ikiyüzlülük değildir, doğanın gereğidir. Yakınlık derecesi ayarlar içtenliği. Söz, beden diliyle anlamlanır; bütünlük kazanır.
Aaa! Söyleşi derse döndü. Sorumuzu soralım artık.
Soru: KONUŞABİLİYOR MUYUZ?
Gözlemlerimden, yaşadıklarımdan algıladığıma göre, KONUŞAMIYORUZ, diyorum. Konuşma, güzel iletişim anlamında, gerçekleşmiyor yaşamımızda. Bakışlar, nedenler farklı olabilir. Önce ben döküleyim, sonra, isterseniz, eleştirirsiniz.
KAPALIYIZ. İşimize, gücümüze, düşümüze, zevkimize dalmışız. Rahatsız edilmek istemiyoruz. Paylaşım derdimiz yok. Bize seslenene, bizden ses bekleyene duvarız. Yakınlık derecesi ne olursa olsun, orada konuşma iş olsun diyedir ya da hiç yoktur. Yitenin peşinden açılır çene ağıtlı, dualı, okumalı...
ÖN YARGILIYIZ. O, farklı görüşten, farklı inançtan, farklı memleketten, farklı kültürden, farklı eğitim düzeyinden, hatta farklı takımdan... Burada konuşmanın rengi değişiveriyor. Ya tartışma niyetine kavga, ağız dalaşı, gır gır geçme, aşağılama ya da yok sayıp susma. Hele bir de gündemin gücüysek, gücün şişirdiğiysek... Böyle durumlarda el bile uzatmayız çoğu kez. Ezer geçeriz tek yönlü sözlerle.
Yarım yüzyıldır, sınıfa girince, öğleden önce "Günaydın!", öğleden sonra "Tünaydın!" dedim eğitim ortamında. Bindiğim otobüsün şoförüne de dost sesle "Günaydın!" dediğimde karşılık alamadığım çok oldu.
Birkaç kez öne oturdum, izledim. Şoför "Selamünaleyküm!" diyene "Aleykümselam!" dedi. Konuştu yani. Üzüldüm. Acaba kardeşimiz, bu selamlaşma biçimini bilmiyor muydu? Yoksa...
SÖZ DAĞARCIĞIMIZ YETMİYOR. Özellikle soyutlamada, bilimsel, sanatsal, kültürel ortamda söz dağarcığımız yetmeyince konuşma olmuyor. Tek yönlü konuşma sıkıyor, sıkılan kaçıyor. Özellikle bu tür söyleşi ortamları verimsiz kalıyor.
Örneğin neşeli futbol konuşulan yerde ben sessiz kalıyorum. Galatasaray'a yönelik konuşmalarda duygusal kıpırtılarım oluyor o kadar. Fenerbahçeli yakınlarımın yanında yabancıyım.
Liseye yeni başlayan bir sınıfın öğrencileri, sınıf öğretmenlerine, şikâyet etmişlerdi beni. Çocuklar anlattıklarımı anlamıyorlardı. Haklıydılar çocuklar. Onlara: "Geçişsiz eylemin edilgen yüklem olduğu cümlede özne yoktur." türü cümlelerle konuşuyordum.
SÖZCÜK TEMBELİYİZ. YETERLİ SAYIDA SÖZCÜK KULLANMIYORUZ. Her nesneyi, kavramı, terimi karşılayan sözcük var. Hatta deyimlerle, atasözleriyle destekli anlatım öbekleri dolu dilimizde. Dillendirmek istediğimiz yargıyı verecek sayıda sözcük kullanmadığımızda karşı taraf şaşırıyor. Yanlış anlıyor. Anlamayışlar, yanlış anlamalara tartışıp didişmelere yol açıyor.
Anne, market dönüşü, çocuğuna telefonda seslenir:
"Yoluma gel!"
"Neredesin anne?"
"Yol boyunca geliyorum."
"Hangi yol anne?"
"Sorup durma! Çabuk gel!"
SABREDEMİYORUZ. Karşımızdakinin her sözcüğüne yanıt vermeye kalkıyoruz. Hoşumuza gitmeyen, eleştiri içeren sözlerde hop oturup hop kalkıyoruz, konuşma havasını bozuyoruz. Çok olumlu cümleler, bazen, hakaretle karşılanıyor. Aslında cümleler sonuna kadar dinlenebilse çok güzel sonuç alınacak.
Bir yakınıma, o konuda, babasının haklı olduğunu anlatmaya başlamıştım. İlk cümleye tepki gösterdi, ağladı, beni azarladı. Dinlemedi, konuşma bitti. İnanın ikinci cümleyi dinleyebilseydi gözlerinin içi gülecekti. İkinci cümle içimde asılı. Bir gün söyleyip rahatlayacağım.
VURGUYA, TONLAMAYA; EL, KOL, BAŞ, AYAK, GÖZ, KAŞ, AĞIZ, YÜZ HAREKETLERİNE DİKKAT ETMİYORUZ. İnsan, bazen, söylediğinin tam tersini anlatır davranışlarıyla. Bazen, sözden çok, davranış anlatır her şeyi. "Seni çok seviyorum!" dersiniz. "Sanki ben sana bayılıyorum!" karşılığını alabilirsiniz.
Bazen kendimizi sözden çok davranışlarla anlatmaya çalışırız. Karşıdan ters karşılanırız, şımarık, duygusuz damgaları yeriz. Belki de beceremiyoruz davranışla anlatmayı. Bazen de karşı tarafı biz anlamayız. Sonra gelsin özür dileyip yalvarmalar.
ARKADAN KONUŞUYORUZ. Gördüğüm en büyük yanlışlık bu. Bir yerde yüz yüze söylenmeyen şeylerin kişi gittikten sonra söylenmesine çok tanık olursunuz. Çıkar kaybı söz konusu herhalde yüze söylenmemekte. Gidince söylerken de ortamdan bir beklenti olmalı. Bu ortamda doğal, içten bir konuşma gerçekleşmez.
KONU DIŞINA ÇIKIYORUZ. İşte saygının, sevginin, sabrın çatladığı davranış. Bir soru sorulduğunda, söyleşide bir şeyden söz edildiğinde aynı nokta üzerinde gereksiz açıklama yapıyoruz. Konuşma, zorunlu dinlemeye dönüşüyor.
Burada ya bilmişlik taslama var ya da boş zaman çok. Adam, çocuğunu askere gönderdiğini söylüyor. Amca sözü kapıp bütün askerlik anılarını anlatıyor. Bir taraftan da kaçmayalım diye, kolumuzdan, sımsıkı tutuyor.
Bazı öğrenciler şöyle yakınıyorlardı. "Ben, öğretmenime, sıfatlarla ilgili bir test sorusu sormaya gidiyorum. O, bana, soruyu bırakıp bütün sıfat bilgisini anlatıyor. Çok zaman kaybı oluyor. O nedenle...
KORKUYORUZ. Korku, bütün girişimlerin freni, özgüven düşmanı. Konuşurken de korkuyoruz. Bazı duygularımızı, düşüncelerimizi anlatamıyoruz. Yanlış anlaşılır korkusu, topluluk önünde bizi tutuk ya da yalancı yapıyor.
Gelenek, yasa, ana, baba, öğretmen, konu komşu sınırlamaları bir yana, yanlış yapma kaybı ve kaygısı susturuyor insanı. Tarih, doğru da olsa, zamanında-yerinde konuşmayanların acıklı öyküleriyle dolu.
Herkes Sokrates, Galileo gibi düşünce özgürlüğü kahramanı olamıyor.
Kişi, diliyle kazandığı gibi, diliyle yitiriyor. Övgünün kazandırdığı yerde, yergi itici oluyor. İnsan, bazen, saygınlık yitirmemek için, olduğu gibi görünmüyor, duruma göre konuşuyor. Etiketlenme, çıkar beklentisi, başına bir şey gelir korkusu konuşmayı etkiler.
İçe dönük yapımız, konuşmamızı, toplum önünde kendimizi anlatmamızı engelliyor. Dikkat ederseniz, düğünde, bayramda, televizyonlarda çoğu kez aynı kişileri görürsünüz. Bazıları torpilli olsalar da özgüven öne çıkarıyor.
İnternet ortamında hazır konuşmalar yokken bir müdürümüzün konuşmalarını ben yazardım. O, yakın gözlüğüyle tutuk tutuk okurdu. Bir gün:
"Müdür Bey, yazıyı ezberleyip bakmadan konuşun, daha güzel olacak." dedim. Öyle çalıştık. Güzel oldu.
O, döktürüyordu, ama bende mikrofon önünde topluma seslenme korkusu vardı. Ben yazardım, o hava atardı. Çalışarak, uygulama yaparak ben de yendim korkuyu. Övünmek olsun, konuşabiliyorum artık. Özgüven çalışmayla geliyor.
NABZA GÖRE ŞERBET VERİYORUZ. Çoğu kez, zarar görmemek, beğeni kazanmak için dürüst konuşmuyoruz, hoşa gidecek biçimde konuşuyor gibi yapıyoruz.
HOŞGÖRÜSÜZ VE ÖFKELİYİZ.
Bazen Mevlana'nın, Yunus Emre'nin, Nasrettin Hoca'nın bu topraklarda yaşadığını unutuyoruz. Sözlerimiz kurşun gibi oluyor. Çocuklara, gençlere kötü örnek oluyoruz. Öfke konuşmayı bitiriyor.
Beni en çok üzenler, bu dünya için "ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA" deyip dünya nimeti için çırpınanlardır. Hoşgörü, yoksa söz bitmiş demektir. İyi örnek beklemek hakkımız.
Alkış ya da yuhalama öne çıktığında anlaşma olmuyor. Kavga toplumu öne çıkıyor. Kadın cinayetleri de sözün bittiği yeri gösteriyor.
Konuşmayı ertelemeyelim. Duygu, düşünce boşalımları zamanında gerçekleşmezse demokrasi yara alır, herkes mutsuz olur. Belki de yüzümüzün asıklığı tatlı tatlı konuşamamaktan...
Televizyonlarda, abla sunucuların, hocaların, psikiyatrların, avukatların önlerindeki dövüşlü kavgalı boğuşmalar da gösteriyor ki KONUŞAMIYORUZ.
Türkçe-edebiyat öğretmeni, şu dört etkinliği güzelleştirme memuru: KONUŞMA, DİNLEME, OKUMA, YAZMA. Aslında bu görev anayla başlıyor. İlk öğretmen annedir. İlkokulda sınıf öğretmeni devreye girer. Ortaokul ve lisede alan uzmanına yüklenir görev ve sorumluluk.
Emekliyim. Başka uzmanlık alanı emeklileri özel yaşamda devreden çıkmıyorlar. Örneğin, plajda, boğulmaya emekli doktor izleyici kalmıyor. Emekli imam, Mevlit okuyor. Ben de karışabilir miyim, konuşmalara, dinlemelere okuyup yazmalara?
Siz ne derseniz deyin! Karışmadan duramayız ki güzelliklere, yanlışlara! Alışmışız güzeli alkışlamaya, yanlışı düzeltmeye. Herkes iyi konuşabildiğini düşünüyor. Bir yanlışlık varsa karşı tarafta var, sanılıyor.
"Güzel yazma konuşma dersi çocuğu değiliz. Bırak okulculuk oynamayı, işine bak!" dersiniz. "İnsan konuşa konuşa, hayvan koklaşa koklaşa…" demişler atalarımız. Konuşacağız.
Konuşmak, duyguları ve düşünceleri bir dilin sözcükleriyle anlatmak, sözü kullanmak, söz söylemek; belli bir konudan söz etmek demek.
Konuşma kendiliğinden gelişmez. Toprağa düşen tohumun meyveye dönüşümü gibi çaba ve çapa gerekir iyi konuşabilmek için. Tohumun düştüğü toprak ve iklim gibi etkilidir çocuğa çevresi. Tabii konuşmaya yatkın bir yapı zorunludur başta. Sonra birikim gelir.
Birikim, söz dağarcığı geliştirerek başlar. Kumbarada para biriktirmekten önemli bu iş. Çocuk, dinleyecek, okuyacak, izleyecek. Eskiden nineler boşuna masal anlatmazlardı. Yaşar Kemal, anlatı geleneğinden almış balını. Sözel halk sanatları geleneği olmasaydı yörede Âşık Veysel olur muydu acaba? Evde, sokakta, okulda, çeşitli ortamlarda uygulamalı gelişir dağarcık.
Konuşma, doldurur, boşaltır; canlandırır, kanlandırır insanı. Sözcüklerin okşadığı yerde sevgi, barış ve demokrasi vardır. Konuşma, yazıya göre sıcaktır. Mutluluk aşısıdır o. İnsanı güzel konuşma kanatlandırır. O, insanı âlim de zalim de yapandır.
Konuşmada ortam çok önemli. Ne, kime, nerede, ne zaman, ne kadar, nasıl, iletilecek önceden bilinmeli. Biçem alıcıya göre ayarlanır. Vurgu ve tonlama dikkat ister. Dedeye ayrı, çocuğa ayrı seslenmek ikiyüzlülük değildir, doğanın gereğidir. Yakınlık derecesi ayarlar içtenliği. Söz, beden diliyle anlamlanır; bütünlük kazanır.
Aaa! Söyleşi derse döndü. Sorumuzu soralım artık.
Soru: KONUŞABİLİYOR MUYUZ?
Gözlemlerimden, yaşadıklarımdan algıladığıma göre, KONUŞAMIYORUZ, diyorum. Konuşma, güzel iletişim anlamında, gerçekleşmiyor yaşamımızda. Bakışlar, nedenler farklı olabilir. Önce ben döküleyim, sonra, isterseniz, eleştirirsiniz.
KAPALIYIZ. İşimize, gücümüze, düşümüze, zevkimize dalmışız. Rahatsız edilmek istemiyoruz. Paylaşım derdimiz yok. Bize seslenene, bizden ses bekleyene duvarız. Yakınlık derecesi ne olursa olsun, orada konuşma iş olsun diyedir ya da hiç yoktur. Yitenin peşinden açılır çene ağıtlı, dualı, okumalı...
ÖN YARGILIYIZ. O, farklı görüşten, farklı inançtan, farklı memleketten, farklı kültürden, farklı eğitim düzeyinden, hatta farklı takımdan... Burada konuşmanın rengi değişiveriyor. Ya tartışma niyetine kavga, ağız dalaşı, gır gır geçme, aşağılama ya da yok sayıp susma. Hele bir de gündemin gücüysek, gücün şişirdiğiysek... Böyle durumlarda el bile uzatmayız çoğu kez. Ezer geçeriz tek yönlü sözlerle.
Yarım yüzyıldır, sınıfa girince, öğleden önce "Günaydın!", öğleden sonra "Tünaydın!" dedim eğitim ortamında. Bindiğim otobüsün şoförüne de dost sesle "Günaydın!" dediğimde karşılık alamadığım çok oldu.
Birkaç kez öne oturdum, izledim. Şoför "Selamünaleyküm!" diyene "Aleykümselam!" dedi. Konuştu yani. Üzüldüm. Acaba kardeşimiz, bu selamlaşma biçimini bilmiyor muydu? Yoksa...
SÖZ DAĞARCIĞIMIZ YETMİYOR. Özellikle soyutlamada, bilimsel, sanatsal, kültürel ortamda söz dağarcığımız yetmeyince konuşma olmuyor. Tek yönlü konuşma sıkıyor, sıkılan kaçıyor. Özellikle bu tür söyleşi ortamları verimsiz kalıyor.
Örneğin neşeli futbol konuşulan yerde ben sessiz kalıyorum. Galatasaray'a yönelik konuşmalarda duygusal kıpırtılarım oluyor o kadar. Fenerbahçeli yakınlarımın yanında yabancıyım.
Liseye yeni başlayan bir sınıfın öğrencileri, sınıf öğretmenlerine, şikâyet etmişlerdi beni. Çocuklar anlattıklarımı anlamıyorlardı. Haklıydılar çocuklar. Onlara: "Geçişsiz eylemin edilgen yüklem olduğu cümlede özne yoktur." türü cümlelerle konuşuyordum.
SÖZCÜK TEMBELİYİZ. YETERLİ SAYIDA SÖZCÜK KULLANMIYORUZ. Her nesneyi, kavramı, terimi karşılayan sözcük var. Hatta deyimlerle, atasözleriyle destekli anlatım öbekleri dolu dilimizde. Dillendirmek istediğimiz yargıyı verecek sayıda sözcük kullanmadığımızda karşı taraf şaşırıyor. Yanlış anlıyor. Anlamayışlar, yanlış anlamalara tartışıp didişmelere yol açıyor.
Anne, market dönüşü, çocuğuna telefonda seslenir:
"Yoluma gel!"
"Neredesin anne?"
"Yol boyunca geliyorum."
"Hangi yol anne?"
"Sorup durma! Çabuk gel!"
SABREDEMİYORUZ. Karşımızdakinin her sözcüğüne yanıt vermeye kalkıyoruz. Hoşumuza gitmeyen, eleştiri içeren sözlerde hop oturup hop kalkıyoruz, konuşma havasını bozuyoruz. Çok olumlu cümleler, bazen, hakaretle karşılanıyor. Aslında cümleler sonuna kadar dinlenebilse çok güzel sonuç alınacak.
Bir yakınıma, o konuda, babasının haklı olduğunu anlatmaya başlamıştım. İlk cümleye tepki gösterdi, ağladı, beni azarladı. Dinlemedi, konuşma bitti. İnanın ikinci cümleyi dinleyebilseydi gözlerinin içi gülecekti. İkinci cümle içimde asılı. Bir gün söyleyip rahatlayacağım.
VURGUYA, TONLAMAYA; EL, KOL, BAŞ, AYAK, GÖZ, KAŞ, AĞIZ, YÜZ HAREKETLERİNE DİKKAT ETMİYORUZ. İnsan, bazen, söylediğinin tam tersini anlatır davranışlarıyla. Bazen, sözden çok, davranış anlatır her şeyi. "Seni çok seviyorum!" dersiniz. "Sanki ben sana bayılıyorum!" karşılığını alabilirsiniz.
Bazen kendimizi sözden çok davranışlarla anlatmaya çalışırız. Karşıdan ters karşılanırız, şımarık, duygusuz damgaları yeriz. Belki de beceremiyoruz davranışla anlatmayı. Bazen de karşı tarafı biz anlamayız. Sonra gelsin özür dileyip yalvarmalar.
ARKADAN KONUŞUYORUZ. Gördüğüm en büyük yanlışlık bu. Bir yerde yüz yüze söylenmeyen şeylerin kişi gittikten sonra söylenmesine çok tanık olursunuz. Çıkar kaybı söz konusu herhalde yüze söylenmemekte. Gidince söylerken de ortamdan bir beklenti olmalı. Bu ortamda doğal, içten bir konuşma gerçekleşmez.
KONU DIŞINA ÇIKIYORUZ. İşte saygının, sevginin, sabrın çatladığı davranış. Bir soru sorulduğunda, söyleşide bir şeyden söz edildiğinde aynı nokta üzerinde gereksiz açıklama yapıyoruz. Konuşma, zorunlu dinlemeye dönüşüyor.
Burada ya bilmişlik taslama var ya da boş zaman çok. Adam, çocuğunu askere gönderdiğini söylüyor. Amca sözü kapıp bütün askerlik anılarını anlatıyor. Bir taraftan da kaçmayalım diye, kolumuzdan, sımsıkı tutuyor.
Bazı öğrenciler şöyle yakınıyorlardı. "Ben, öğretmenime, sıfatlarla ilgili bir test sorusu sormaya gidiyorum. O, bana, soruyu bırakıp bütün sıfat bilgisini anlatıyor. Çok zaman kaybı oluyor. O nedenle...
KORKUYORUZ. Korku, bütün girişimlerin freni, özgüven düşmanı. Konuşurken de korkuyoruz. Bazı duygularımızı, düşüncelerimizi anlatamıyoruz. Yanlış anlaşılır korkusu, topluluk önünde bizi tutuk ya da yalancı yapıyor.
Gelenek, yasa, ana, baba, öğretmen, konu komşu sınırlamaları bir yana, yanlış yapma kaybı ve kaygısı susturuyor insanı. Tarih, doğru da olsa, zamanında-yerinde konuşmayanların acıklı öyküleriyle dolu.
Herkes Sokrates, Galileo gibi düşünce özgürlüğü kahramanı olamıyor.
Kişi, diliyle kazandığı gibi, diliyle yitiriyor. Övgünün kazandırdığı yerde, yergi itici oluyor. İnsan, bazen, saygınlık yitirmemek için, olduğu gibi görünmüyor, duruma göre konuşuyor. Etiketlenme, çıkar beklentisi, başına bir şey gelir korkusu konuşmayı etkiler.
İçe dönük yapımız, konuşmamızı, toplum önünde kendimizi anlatmamızı engelliyor. Dikkat ederseniz, düğünde, bayramda, televizyonlarda çoğu kez aynı kişileri görürsünüz. Bazıları torpilli olsalar da özgüven öne çıkarıyor.
İnternet ortamında hazır konuşmalar yokken bir müdürümüzün konuşmalarını ben yazardım. O, yakın gözlüğüyle tutuk tutuk okurdu. Bir gün:
"Müdür Bey, yazıyı ezberleyip bakmadan konuşun, daha güzel olacak." dedim. Öyle çalıştık. Güzel oldu.
O, döktürüyordu, ama bende mikrofon önünde topluma seslenme korkusu vardı. Ben yazardım, o hava atardı. Çalışarak, uygulama yaparak ben de yendim korkuyu. Övünmek olsun, konuşabiliyorum artık. Özgüven çalışmayla geliyor.
NABZA GÖRE ŞERBET VERİYORUZ. Çoğu kez, zarar görmemek, beğeni kazanmak için dürüst konuşmuyoruz, hoşa gidecek biçimde konuşuyor gibi yapıyoruz.
HOŞGÖRÜSÜZ VE ÖFKELİYİZ.
Bazen Mevlana'nın, Yunus Emre'nin, Nasrettin Hoca'nın bu topraklarda yaşadığını unutuyoruz. Sözlerimiz kurşun gibi oluyor. Çocuklara, gençlere kötü örnek oluyoruz. Öfke konuşmayı bitiriyor.
Beni en çok üzenler, bu dünya için "ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA" deyip dünya nimeti için çırpınanlardır. Hoşgörü, yoksa söz bitmiş demektir. İyi örnek beklemek hakkımız.
Alkış ya da yuhalama öne çıktığında anlaşma olmuyor. Kavga toplumu öne çıkıyor. Kadın cinayetleri de sözün bittiği yeri gösteriyor.
Konuşmayı ertelemeyelim. Duygu, düşünce boşalımları zamanında gerçekleşmezse demokrasi yara alır, herkes mutsuz olur. Belki de yüzümüzün asıklığı tatlı tatlı konuşamamaktan...
Televizyonlarda, abla sunucuların, hocaların, psikiyatrların, avukatların önlerindeki dövüşlü kavgalı boğuşmalar da gösteriyor ki KONUŞAMIYORUZ.