Bu söyleşiyi yaparken zorlandım ,içim titredi, üzüldüm, düşündüm ve bir kez daha düşündüm… Zonguldak’ta “Zonguldaklılık” bir kavramdan, kelimeden daha öte bir şey olduğunu anladım .Kömürle, emekle özdeşleşmiş şehrimin “çilekeşliği” hep söylenmiş, yazılmış ama anlatılamamış. Ya da anlaşılamamış. Dernekler, vakıflar kurulmuş kentimin adına ama, kuranlar hep kendi çıkarlarını korumuşlar .Bir koltuk ,para-pul uğruna…Şehrin alın teri döken insanlarına bir nebze saygı duymadan.
Adı Hacı Mehmet Dikmen. Devrek Müfettişler köyünden .Lakabı “Koreli”…Birkaç ay evvel 96 yaşında 2019 Kasımında ruhunu teslim etti. Ruhu şad, mekanı cennet olsun! Bu söyleşide oğlu Maden Mühendisi eski müdürlerden Şenol Dikmen ,torunu eczacı Ümit Dikmen ve alınan ses kayıtları bana çok yardımcı oldu .Kah acılı ,kah düşündürücü bezende güldüren bir hikayeye dönüştü yazdıklarım.
Koreli Mehmet Dikmen amcanın yer altı madenleri ile tanışması Cumhuriyet sonrası 2.Mükellefiyet dönemi ile başlar .Bu dönemde maden ocağına girme zorunluluğu 18-50 yaş arasındadır.
E.Çakır- Mehmet amca ilk mükellef işçi olduğun zamanları hatırlıyor musun?
M.Dikmen- Bak evlat sende mühendis misin benim Şenol oğlum gibi .Yer altını iyi bilenlerdensin yani. Beni iyi anlayacağından şüphem yok.
E.Çakır-Amcam benim, maşallah 96 yaşındasın ve beyin- ruh sağlığı açısından hepimizin pabucunu dama atarsın. Yaşadıkların tam bir çile. Çok acı çektiğini bilen biriyim. Amacım bu senin yaşadıklarını şimdiki kuşaklara biraz olsun aktarabilmektir.
M.Dikmen- Bak oğul ben Devrek Müfettişler köyünde reçberlik yapardım. O topraklarda doğdum. Babam beni everdiğinde 17 yaşındaydım.18 yaşıma bastığımda muhtarımız adımı mükellefiyet memuruna madenci yazdırmış.6 aylık evli iken kapımıza jandarma ile o memur dayandılar. İstemeye, istemeye mecbur onlarla gittim. Köyden aldılar doğruca Çaydamar Pavyonuna teslim ettiler.
E.Çakır- Gitmek mecburiyetinde miydin?
Ellerini havaya kaldırıp hızlıca sallayarak.
M-Dikmen- Sen ne diyon yaa…Tatbiki mecburdum. Mükellefiyet memuru, kulağıma lafları sokarcasına: ”Bu yer altındaki kömür yurdumuz için bir hazineymiş. Dışarı çıkartıp ekonomimizi güçlendirmemiz gerekiyormuş.” diye bağırırdı gırtlağını yırtarcasına. Efendim o zamanlar kimse gönüllü pek ocağa girmek istemezlermiş. Yer altında madenlerde çalışacak adama çok ihtiyaç varmış.
E.Çakır- İlk iş mükellefi kaç yılında oldun?
M.Dikmen- Sanırım yıl 1943 idi. Nüfusa göre 18 ‘sindeydim. Ve bu yaşa gelen her genç madende çalışmaya mükellefti. Jandarmalar tek, tek toplar bizi ve çalışacağımız ocakların yanındaki işçi barınma yerlerine yani “Pavyonlara” teslim ederlerdi.
E.Çakır- Zonguldak’ta kaç yerde vardı bu pavyonlardan?
M.Dikmen -Karadon, Çaydamar, Kozlu gibi birkaç yerde vardı…Köylerden yaşı 18-50 arasında olan herkes mecburdu gelmeye. Gelmek istemeyip kaçanları da Jandarma yakalayıp kelepçe takarak zorla getirirlerdi. Kaçmak öyle kolay değildi.
E.Çakır-Jandarma döver miydi sizi?
M.Dikmek- Sert davranırdı ama dövmezdi .Bir tek “ormancılar” döverdi.
E.Çakır-Ormancı niye öyle davranırdı ki?
M.Dikmen-Kaçanlar ormana saklanırdı. Yakalama görevi de ormancınındı. O da yakaladığını falakaya yatırırdı. Hepsi değil tabi bazıları yapardı.
E.Çakır- Peki Mehmet amca sizi pavyonlara getirdikten sonra ertesi gün hemen madene sokarlar mıydı?
M.Dikmen- Önce üzerimizdeki özel elbiselerimiz çıkarır verdikleri pavyon elbisesini giyerdik .Rengi ise sarıydı bu elbisenin.
E.Çakır –Bu elbiseyle mi madene inerdiniz?
M.Dikmen- Hayır. İş elbisesi ayrıydı. Gruplu çalıştığımız için bu sarı renkli pavyon elbisesini 1 ay mecburi giyerdik. Her ay 30 gün yevmiye yapma zorunluluğumuz vardı. Bir ay gruplu bir ay boştuk.Boş aylarda sivil kıyafetlerimiz giyer köye giderdik. Orada da reçberlik yapardık. Tekrar çalışmaya geldiğimizde o sarı renkli pavyon elbisesini giyerdik. İş çıkışında şehre yine aynı elbiseyle giderdik.
E.Çakır- Zonguldak caddelerinde sarı, sarı gezerdiniz..
Mehmet amca dudak yanı gülümsemesi ile;
M.Dikmen-Ben normal bir mükellef olduğum için sarı renkti elbisem. Asker olanlar, yani 6 ay mecburi eğitimlerini tamamlayanlar geri kalan 2 yıla yakın zamanda da yer altına madene inip çalışmak zorunluluğu vardı. İşte onların pavyon elbiseleri de lacivert renkti. Bir de mahkumlar vardı madene inen. Onların pavyon elbiseleri ise damalıydı .Önü yeşil arkası siyah renkteydi.
E.Çakır- Desene İş çıkışı Zonguldak sokakları rengârenk olurdu..
2
M. Dikmen- Haa..bir de memurlar vardı. Onlarda gömlek-kravat vardı. Güzel giyinirlerdi. Bende hep imrenirdim memurlara. Güzel giyinmesini çok severdim çünkü.
E.Çakır-Peki “Mükellef Memurları” nasıl giyinirdi.?
M.Dikmen- Onlar en havalı olanlardı. Gömlek-Kravat ve Takım elbiseli idi.
E.Çakır- Bu mükellef memurları genellikle nerede bulunurlardı?
M.Dikmen- Onların “İş Mükellefiyet Takip Müdürlüğü” adında ayrı bir binaları vardı. Sanırım Asma ya da Çaydamar taraflarında bir yerdeydi. Büyükçe bir binaydı.
E.Çakır- Nasıl yani sizi takip mi ederlerdi?
M.Dikmen-Tabi yaa..Her ay tam 30 yevmiye yapma zorunluluğumuz vardı .Eğer eksik olursa,yani kaçarsan Jandarmayla birlikte peşine düşerler .Yakalayıp kelepçe takarlar ve bu takip müdürlüğünde toplarlar .Oradan doğruca adliyeye gönderirler Jandarma eşliğinde ve ellerin kelepçeli doğruca mahkemeye…
E.Çakır- Vay canına ! Aklıma kölelik geldi bir an…Bu mahkeme bildiğimiz savcılardan hakimlerden oluşan bir mahkeme mi?
M.Dikmen-Elbette…!30 yevmiyeden ne kadar az çalışmışsan cezanda ona göreydi. Hükümet meydanında seni bağırarak mahkemeye çıkarırlardı. Ellerin kelepçeli tatbiki.
E.Çakır- Allah, Allah…Nasıl bir ceza verirlerdi? Hapis mi yoksa dayak mı?
M.Dikmen- Hepsinden daha da ağır bir ceza…Jandarma ceza alanları kamyon kasasının arkasına bindirip doğruca Filyos’a getirirlerdi…Orada gemilerle gelen ocak demir bağlarını omuzlarda taşıyarak vagonlara yüklerlerdi.
E.Çakır- Omuzlarda mı? İnsanın her tarafı yara bere içinde olur yahu… Vinç yok muydu?
M.Dikmen- Ne gezer, vinç minç yoktu o yıllarda. El omuz kuvveti ile taşınırdı demir bağlar. Çok zordu çook..
E.Çakır-Siz hiç böyle bir cezaya çarpıldınız mı?
M.Dikmen-Az kalsın aynı cezaya çarpılıyordum. Şöyle ki madende iki vagonu kancalarken elim sıkışmıştı. Canım çok yandı .Elimi doğru dürüst kullanamıyordum.
E.Çakır- Doktora gitseydin ya…
M.Dikmen: Ne doktoru oğul Koca Zonguldak’ta bir tane doktor vardı. Adı İsmail. Merhem sürüp sardılar elimi. Hepsi bu deyip doğruca madene gideceksin dediler .Bende gitmedim işe kaçtım. Ormanların arasından doğruca köye evime vardım .Elim çok acıyordu çünkü.
3
E.Çakır- Buldular tabi seni…
M.Dikmen- Bulmazlar mı! Yevmiyem 28 gün gözüküyor.30 olmak zorunda. Jandarmalarla birlikte İş takip mükellef memurları ellerime kelepçe takarak beni şehre getirip doğruca mahkemeye götürdüler. İsmim meydanda okunup beni hakimlerin karşısına çıkardılar.
E.Çakır- Filyos demir bağ cezasını kestiler sana değil mi?
M.Dikmen-Öyle olmadı. Ellerimi hakimlere gösterip durumu anlattım. Bana inandılar. Tabi o yıllarda biraz cılızdım. Bana acıdılar. Ve dediler ki:” Seni şimdilik affediyoruz .Ama bir daha karşımıza çıkmayacaksın!” Ve sonra beni pavyona yolladılar. Çok sevinmiştim.
E.Çakır-Mehmet amca vallahi bende çok sevindim. Baksana ter bastı beni…Of ki off..Zor yıllardı zor. İş güvenliği yok, doğru dürüst havalandırma yok..
M.Dikmen- Evet evlat aynen dediğin gibi…İnan karpit lambası ile inerdik madenlere.
E.Çakır-Yeme içmeniz bari iyi olsa..
M.Dikmen- Nerdee…o yıllarda kıtlık vardı. Pavyonlarda yemek olarak bize “Malay” adını verdiğimiz, yalnızca mısır unu ve sudan oluşan bir tür lapa…
E.Çakır- Trabzonluların yediği “kuymak” gibi mi?
M.Dikmen- Keşke öyle olsa. Kuymağı bilirim. Onun içinde yağda vardır peynirde…Bizim “malay” da kupkuru mısır unu ve su var. Başka bir şey yok. Ve bu yemekten o kadar çok tiksindim ki mükellefiyet bittikten sonra ağzıma bile sürmedim.
E.Çakır-Mehmet amca bu çileli mükellefiyet kaç yıl sürdü?
M.Dikmen- Bak oğul tam tamına 7 yıl sürdü.1947 yılında da bu zorunluluk kaldırılmıştı.
E.Çakır-Peki köye döndüğünde çiftçiliğe devam mı ettin?
M.Dikmen- Reçber lige devam ettim .Lakin mükellefiyet bizim hep kaderimiz olmuştu. Biliyor musunuz benim babam bile mükellefiyetten kaçamayıp kısada olsa madenlerde zorunlu çalışmıştı.
E.Çakır-Sizinki kader değilse ne Allah aşkına…? Biraz anlatır mısın babanı.
M.Dikmen- Babamın lakabı “Çakıcı Ahmet” di…Önce Çanakkale topçu birliğinde düşmana karşı savaştı. İngilizlerin meşhur devasa “Elizabeth savaş gemisini” batıran kişilerin arasında oluşu hepimizi çok sevindirirdi. Daha sonrada İnönü savaşına katılmış, orada İsmet Paşanın postası görevinde bulunmuştu.
E.Çakır- Eee…peki bu kadar vatana asker olarak hizmet etmiş birinin mükellefiyet işçisi olarak
4
çalışması doğru mu?
M.Dikmen- Kendisi hiç istemezdi maden ocaklarında çalışmayı. Ama istemese de mecburen 1 yıl mükellef işçi olarak maden ocaklarında çalıştı rahmetli babam…
E.Çakır- Aile boyu madencisiniz hepiniz .Oğlun maden mühendisi sevgili dostum Şenol Dikmende tanıdığım en iyi madenciydi .Birlikte uzun yıllar görev yaptık .Her şeyden önce iyi ve örnek alınacak kimse….Ayrıca fakir-fukara dostudur.
M.Dikmen-(Oğlu Şenol’un omzuna elini atarak) Çok iyi bir madenci ve mühendistir evladım. Onunla her daim gurur duymuşumdur.
E.Çakır-Sevgili Mehmet amca, hayatının bir başka zor günleri de Kore’de geçti. Birazda bu savaştan bahsedebilir misin?
M.Dikmen-Mükellefiyet dönemi ya bitmişti ya da bitmek üzeri beni askere aldılar. İzmit’e muhabereci olarak .İkinci Dünya savaşı bitti derken bu seferde Sovyetlerin üzerimizde baskısı artıyordu. Komünist diktatör Stalin bizden Kars’ı ve boğazlarda üs kurmak istiyordu. NATO yeni kurulmuş bizde üye olup bu tehditten kurtulmak istiyorduk. Onlarda Birleşmiş Milletlerle birlikte bizi sıkıştırıp Komünist Çin ve Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’nin yanında savaşmamızı istiyorlardı.
E.Çakır-Evet o yıllar ülkemiz Sovyet tehdidi altında idi. NATO’ya girebilmemiz karşılığında dün karşı karşıya savaştığımız Yunanistan ,İngiltere’nin yanı sıra Amerika ,Kanada, Hollanda ve de Belçika ile birlikte yan yana savaştık komünist Çin ve Kuzey Kore’ye karşı…Zor yıllardı vesselam…Peki siz savaşa gönüllü mü katıldınız.
M.Dikmen- Yok be oğlum kurada çıktı bana. Üç kez tekrarlanmasına rağmen tüm kuralarda benim adım çıktı.
E.Çakır-Kurada çıkan herkes gitti mi Kore’ye?
M.Dikmen-(Gülümseyerek) Yok be oğlum! Bazı kurnazlıklarla listeden adını sildirenlerde oldu.
E.Çakır- Ne yani orada da ayrımcılık mı yaptılar?
M.Dikmen-Hayır, hayır…Şöyle oldu. Bizi Kore’ye gitmeden önce ailelerimizle vedalaşmamız için 2,3 günlüğüne memleketlerimize yolladılar. Bir çoğumuz benim gibi evliydi. Aynı köylüm olan arkadaşlarımdan biri soyunup kendini “ısırgan tarlasına” attı. Her tarafı kıpkırmızı oldu tabi ki. Doktorda ona hasta raporu verdiğinden Kore’ye gitmekten yırtmıştı.
E.Çakır- Sahtekârmış desem ne desem bilemedim şimdi…
M.Dikmen- Bizde toplu olarak İskenderun Limanına gittik. Orada bizi bekleyen çok büyük
5
Alman gemisine bindik ve tam 29 günde Kore’ye vardık.
E.Çakır- Çok uzun sürmüş yolculuğunuz.
M.Dikmen- Süveyş Kanalı o yıllarda tek yönlü çalıştığından asıl süre burada bekleme ile geçti. Birde yolda çok balina vardı .Pervanelere zarar vermesin diye gemiden ateş edip öldürürdük onları maalesef. Denizin rengi kandan kızıla dönerdi. Çok balina vurduk çok..
E.Çakır- Kore’ye vardığında ilk görev yerin neresi idi?
M.Dikmen-Önceleri rahattım. Beni telefon santraline vermişlerdi. On başı rütbesi ile. Daha sonraları cephede şehit düşen muhabere cinin yerine ben görevlendirildim. Artık savaşın tam göbeğindeydim.
E.Çakır-Yani savaşın sıcaklığını tam hissediyorsun..
M.Dikmen- Hem de nasıl…Nehrin bir yanında bizim Türk birliği diğer karşısında Komünist Çin ve Kuzey Koreliler.
E.Çakır- Müttefik ülkelerden kimse yok muydu yanınızda?
M.Dikmen-Hayır! Yalnızca bizdik. Tanklarımızla ilerliyor ve hemen arkalarında yayan olarak biz gidiyoruz .Gel gör ki bu Kızıl Çinlilerin çok keskin nişancıları var ve bizim tank sürücülerimizi ya havan topu ya da mermi ile saf dışı ediyorlardı. Tanklarımızın sayısı nerdeyse yarıya inmişti. Bizde geri kalan tanklarımızın arkasına yapışık şekilde ilerliyoruz.
E.Çakır- Geri çekilmeyi düşünmediniz mi?
M.Dikmen- Olur mu öyle şey? Türk geri çekilmez! Başımızdaki kahraman komutanımız Celal Dora öyle emretmişti. Ve de geri çekilmedik. Amerika savaş uçaklarına yerimizi bildirdik. Bir kaç dakika sonra yer yerinden oynadı. Amerikan uçakları Çinlilerin olduğu her iki yamacıda dümdüz ettiler. Her yeri ölüler kaplamıştı. Adım atacak toprak kalmamıştı. Parçalanmış cesetler üzerinden ilerlemeye devam ettik. Her yer kan ve ceset kaplıydı.
E.Çakır-Mehmet amcam hele bir soluklan. Öyle bir heyecanla anlatıyorsun ki kendimi bir an savaşın içinde sandım. Ne kötü şeymiş bu savaş! Hiç korkmaz mıydın?
M.Dikmen-Ne yalan söyleyeyim önceleri korkardım…Ama ilk mermiden sonra korku falan kalmıyor insanın içinde. Memleketi hiç aklıma getirmezdim. Evliyim ama ailemi düşünmemeye çalışırdım. İnsan cesetlere basarak yürürken böyle şeyleri nasıl düşünebilirdik ki? O zaman savaş hiç bitmezdi bizim için. Ölürsem “sıramı savdım” deyip geçerdim. Hepsi bu anlayacağın…Sonra bizim başımızda Celal Dora gibi komutan varken evvel Allah bize bir şey olmaz! 6
E.Çakır-Helal o komutana vallahi! Size bu güveni verebilmiş…
M.Dikmen-Bak onunla ilgili bir anımı anlatayım sana. Yine bir dağı tırmanıyoruz Türk Birliği olarak. Dağın bir yanında biz, öteki yüzünde Kızıl Çinliler var. Birbirimiz göremiyoruz. Tepede karşı karşıya gelince çatışma başladı. El bombaları, topçu atışları ,makineli tüfek sesleri alabildiğine yoğundu. Mermilerin sesleri kulaklarımızda vızır, vızır…Ve bizimle birlikte çatışması için gönderilen üç Amerikalı komutanda yanımızda .Onlar geri dönüp kaçmaya başladılar. Celal Dora arkalarından bağırdı: ”Durun kaçmayın, geri dönün!” diye. Ama bu üç Amerikalı komutan kaçmaya devam edince Celal Dora bu üçü nüde vurdu. Çok keskin nişancıydı vesselam.
E.Çakır- Eee..desene komutan yandı. Amerikalılar Celal Dora’yı affetmezler!
M.Dikmen- Hiçte öyle olmadı. Askeri mahkemede :”Bizim askeri yasalarımızda kaçanı vururlar!” deyince tamamı yabancı olan askeri hakimler Celal Dora’yı haklı bulup ceza vermediler.
E.Çakır-Vallahi helal olsun o hakimlere.. Başka anıların varsa onları da dinlemek isterim.
M.Dikmen-Olmaz mı evlat…Bir keresinde kasabanın birini ele geçirdik. Kıyak bir savaş oldu haa..Yine etrafımız ceset dolu. Oradaki evleri tek tek aramamız ve saklanmış Kızıl askerleri bulmamız emredildi. Bir evin kapısına dayandım. Karşıma devasa irimi iri bir kadın çıktı. İçerde saklanan asker var mı dedim. Bana yok dedi. Tabi inanmadık içeri girdik. Saklanan askeri dolabın içinde buldum. Onu esir aldım. Kadına dönüp niye yalan söyledin diye tüfeğimin kabzası ile suratına vurdum. O devasa kadın olduğu yere yıkılıverdi. O an çok pişman oldum. Hala üzülürüm inan bana. Bizde karı milletine el kalkmaz.
Hala üzüldüğünü hissettiğim Mehmet amcayı teselli etmek bahanesiyle;
E.Çakır- Savaş hali olur böyle şeyler, üzülme artık!
M.Dikmen-Keşke olmasaydı!
E.Çakır- Neyse ,sevgili Mehmet amca ,çok merak ettiğim bir şey var aklımda. Amerikalı ,İngiliz, Kanadalı, Yunan ve Hollandalı gibi milletlerin askerleri ile birlikte yan yana savaştınız. En iyi savaşan hangi milletin askeri idi?
M.Dikmen- Bak mühendis oğlum hiç abartmıyorum ;en iyisi bizdik. Biz oralarda nam salmıştık savaşçılığımız ve disiplinliğimiz ile. Bizden sonra beyaz Amerikalılar ve Hollandalılar iyi savaşırdı. Siyah Amerikalılar savaşmayı bilmezlerdi.
E.Çakır- Başka anılarda var mı?
M.Dikmen-Güney Koreliler bizi çok sever ve güvenirdi. Anasını babasını bu savaşta kaybetmiş
7
çok yetim çocuklar vardı. Saçları bitlenir ve üstleri başları olmazdı çoğu kez. Bize aylık olarak verilen 10 Dolar para ile saçları için ilaç ,üstleri için elbise alıp onları giydirirdik. Ben tüm paramı bu yetimler için harcadım.
E.Çakır-Anladığım kadar size aylık ücreti Birleşmiş Milletler verirdi. Diğer ülkelerin askerleri de aynı parayı mı alırdı?
M.Dikmen-Hayır! Onlara aylık 60 dolar verirlerdi. Ama biz pek sesimizi çıkarmazdık.
E.Çakır-Her zamanki adaletsizlik tatbiki…Neyse, ne kadar sürdü Kore’deki göreviniz?
M.Dikmen-Bak Erol oğlum, ben ilk kafilede geldim buraya. Kore’nin Pusat şehrine ilk ayak bastığımızda oranın halkı dahil ,diğer Avrupalı, Amerikalı askerler bize yamyam gözüyle bakıyorlardı. Bizlere “Osmanlı Yamyamı” derlerdi. Ne zamanki bizim kahramanca ve de adilce yaptığımız savaşlar ve de güzel davranışlarımız oldu, işte o zaman tüm bu ön yargıları kısa sürede yok etmiş olduk. Bizi tüm askerlerin içinde en saygın yere koymuşlardı artık.
E.Çakır- Türkiye’den 2.kafile gelince geri döndün mü?
M.Dikmen- Dönmedim!. Ateşkese kadar Kore’deydim. Benim gibi tecrübeli ve başarılı askerleri geri göndermediler. Anlayacağın toplam 2 yıl buralarda kaldım. Topların, mermilerin sesine 2 yıl daha katlandım. Görevimi en iyi şekilde ifa ettiğime inanıyorum. Ve tekrar gemilere bindirilip ülkemize geri döndük. İzmir Limanına geldiğimde Kore’de yaşadıklarım tek tek gözümün önüne gelmişti. Rüya gibiydi her şey. Bir varmış, bir yokmuş misali…
E.Çakır-Dönüşünden ailenin haberi oldu mu?
M.Dikmen-Nerden olacak? Telefon, melefon yok bizim köyde. Radyo bilem yok!
“Koreli” lakaplı koca Hacı Mehmet Dikmenin sözler zor çıkıyordu artık ağzından. Düğümlenmişti kelimeler boğazında ve bir o kadar da hüzünlenmişti. Kırmızılaşmış göz çanaklarından akan birkaç damla göz yaşını saklamaya çalışıyordu. Titreyen dudaklarından dökülen şu sözleri duymaya çalışıyordum;” Babam Çakıcı Ahmet, ben Kore’de iken elbiselerimi giymek isteyince; anam, güzel anam avazı çıktığı kadar babama çığırmış; ‘Sen ne diye oğlumun, Mehmet’imin elbiselerini giyiyon ,o öldü mü ki…?’
İşte değerli okurlarım ,o çilekeş Mehmet amcamız ,o vefakar Zonguldaklım taa.. mükellefiyetten Kore’ye uzanan “yorgun savaşçım” artık nihayet memleketine, köyüne dönmüştü. Dönmüştü ya yine madene, yerin yedi kat altına geri gelmişti. Mükellefiyet bitti, savaş da bitmişti ama o hiç bitmedi…Yaşadığı 96 yıla, ne vücudu ne de beyni hiç teslim olmadı. Dimdikti. Ve 2019 Kasımında ruhunu teslim ederken yine dimdikti! Bizlere kalan ise onun; ”Doğduğunuz yer değil sizleri Zonguldaklı yapan, bu şehre inanıp bu şehre hizmet edendir Zonguldaklı…” sözleri belleklerimizde iz bırakarak…
8 EROL ÇAKIR-11.2.2020