O gün misafir ağırlamış ve oldukça yorgun düşmüştüm. Misafirlerim de dayımlardı zaten. Hafta içi ciddi yorulduğumdan, hafta sonu misafirlerimi ağırlamak üzere yaşadığım hazırlık aşamasında daha da yoruluyordum. Misafirlerin yanında bir kenara kıvrılıp horul horul uyumak işten bile sayılmazdı ama nihayet tüm misafirperverliğimi sonuna kadar tüketip, alnımın akıyla günü kotardıktan sonra, koltukta uyuyakalmıştım. Kaburgalarımdaki ağrıyla uyanıp sürünerek yatağıma geçerken salon duvarındaki saate gözüm ilişti. Saat 23.30’u gösteriyordu. Odama yöneldim, cızgılı picamalarımı geçirdiğim gibi üstüme yatağıma geçtim. Bir iki saniye sonra odamda bir sesle irkildim. Daha önce hiç duymadığım tamamen yabancı bir saatin tıklamasıydı bu ses. Iyyy nasıl da sinir bozucuydu. Uyuduğum odada herhangi bir ışık ya da ses kırıntısına dahi tahammülüm olmadığından, ses çıkaran en ufak bir mekanizmanın evimde varlığına asla izin vermemişimdir. Merakla ve biraz da tırsarak kalktım ışığı açtım, sesi dinledim, şifonyerin oralardan bir yerlerden geliyordu. Bu iz sürme işleminde kulaklarımı kullanmam icap ettiğinden, kafamı o yana bu yana döndere döndere sonunda sesin kaynağını bulmuştum. Allah'ım olamazdı. Dekoratif olsun diye, duvarda asılı duran dedemden bana kalan köstekli saat çalışıyordu. Moda olduğu dönemlerde almıştı dedem onu ve hep yeleğinin alt cebinde taşır, dışarıya doğru sarkıttığı zincirinin görüntüsünden de pek bir mutlu olurdu. İlk zamanlar olduk olmadık anlarda çıkarıp, etraftakilere saatin kaç olduğu bilgisini verirdi boyuna. Sağlığındayken bozulmuştu, çalışmadığı için de kimse itibar etmemiş, bana kadar gelmişti. Garip bir şekilde de 4.20’yi gösteriyordu ve akreple yelkovan asla kıpırdamıyor ama hafif cızırtı içeren tik-tak efekti maşallah odanın duvarlarını çınlatıyordu.
İçimde bir ürperti hasıl oldu, gözüm dizlerime ilişti. Tir tir titremekteydiler. Ayaklarımın dibine zemine baktım, Allah’tan bir su birikintisi henüz oluşmamıştı. Bu defa gözüm duvardaki aynaya ilişince aha Azrail de teşrif buyurmuş hem de benim picamamın aynısından giymiş, gece gece pişti olduğum şahsiyete bakdiye düşünürken Azrail sandığımın ben olduğumu anladım. Korkudan gözlerim pörtlemiş dudaklarım simsiyah olmuştu. Bir nebze rahatladım. Öbür taraftan bir mesaj olmasındı bu. Dedem bana saatiyle hazır ol 4.20’de nirvanaya ulaşacaksınmı demek istiyordu. Hayattayken sevimli biri olduğundan orada da kendini sevdirip, torununa mesaj torpili geçebilecek mertebeye erişmişti demek ki. Anaam! Evet, paçalarım ıslanmadı ama feci şekilde tutuştu. Ne yapacağımı bilemedim. Kendimi banyoda bildiğim bütün duaları okuyup abdest alırken buldum. Mukadderat buymuş, demek buraya kadarmış dedim, gözümden bir damla yaş aktı. Annemi arayıp bütün orkidelerimi mezarıma dikmesini vasiyet etmek istedim ama zaten şunun şurasında 4-5 saatim kalmış onu da anneme nuzul indirerek geçirmiyim diyerek vazgeçtim. Saçlarımı taradım yatağıma oturdum gözüme dolabın üstündeki Kuran ilişti. Aldım açtım, Yasin suresini ki pek bir muteber suredir, 4 kere okudum, tam 2 saat sürdü. Uzandım, zaten artık hep uyuyacak olmama rağmen uykunun bu kadar şiddetli bastırmasına bir anlam veremedim. Son anlarımda, hayatımın gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmesi gerekiyordu ama bekle bekle film başlamıyordu. Bari kendi çabamla bir kaç kare anımsıyım dedim ama hayır, yeşilliklerde koşmaya başlıyor. “Ulen yine uyudun, rüya görüyon miskin!” diyen iç sesimle uyanıyordum. Bu kadar erken olmasa da yalnız öleceğimi hissediyordum. İç sesimin “Senden bi halt olmaz, yat zıbar!” emrine teslim oldum. Kelime-i şahadet getirdim mi getirmedim mi bilemiyorum ama bunu düşündüğümü net hatırlıyorum. Artık ne iç sesimi ne saatin tik-takını duyuyordum huzur kapladı içimi. Uyudum. Uyandığımda gözlerim dedemi aradı. Onun yerine artık tıklamayan kösteğini gördüm. Evde gibiydim ama bu bir yanılsama olabilirdi. Az sonra Nuriler tarafından cennete götürülecek olmalıydım. Yastığa yorgana dokundum, aa, aynı dünyadaki gibiydiler. Kalktım yere bastım yumuşak değildi. Resmen kaskatı parkeydi. Ulen hani bulutlara basacaktım. Öbür tarafla ilgili her şeyin ahiret efsanesi olduğu kanaatine vararak odadan çıktım. Susamıştım, mutfağa yönelirken şırıl şırıl şelalelerle karşılaşacağımı umdum. Yoo, öyle de değildi. Yamulmuş musluğumla bir müddet mel mel bakıştık. Galiba mevta değildim. Kendime kuvvetli bir tokat aşk ettim, anacum ne ağır elim varmış, 5 parmağımın izi çıktı suratımda. Duvar saatime gözüm ilişti saat sabahın 10’uydu. En yüksek makamın karşısına çıktığımda resmi olsun diye boğazıma kadar iliklediğim picamamın ilk bir kaç düğmesini açarak derin bir nefes aldım, telefona koştum, annemi aradım, açar açmaz “Anne kız ben ölmedim, ya, ne güzel di mi” dedim. Annemden neresinde çıkardığını anlamadığım bir “iiii” sesi aldım. Durumu çabucacık izah ettim. Bu defa ağzından hem de dolu dolu çıkardığını anladığım ve bana o an için acayip yakışan “SALAK”hakaretini işittim.
Dayım evde gezinirken, babasının saatini görüp kurcalamış meğer biraz. Yıllarca biz de kurcaladıydık ama tenezzül edip bir kere tik-tak etmediydi mendebur. Hap kutusu kadar bir köstekli saatin maskarası olduğumla kaldım gece gece.
Bi tencere etli pilav yapıp dağıtıcam, ama önce nasıl bilirdiniz diye sorucam, annemle aynı cevabı verenler dışındakilere ikram edicem. İnsan kızına ölmedi diye salak der mi ya.. Gücüme gitti valla, vasiyetimden onu çıkarayım, sardunyalarımı da başkalarının mezarına diktiriyim diyorum kıyamıyorum. Sağlıkla kucaklaşıp, sevgiyle kalınız,..
Not: Tulumba tatlısı da ikram edicem, ona göre cevabınızı bir kez daha gözden geçirmenizi salık veririm.