Sevgililer Gününe özel bir kutlama düşüncem olmadığı gibi buna dair bir "vah bana vahlar bana" durumum da yok, ama...

 

2013 yılının o haftası izinli olduğumdan evdeydim. 13 Şubat Çarşamba günü saçıma kına yaktığımda saat gece 10’du. Tam zıbarıp yatacakken bir baktım göz makyajımı çıkarmayı unutmuşum. Kafamdaki kına sargısı da alnımın ortasına kadar inmekteydi. Bu haldeyken yüzümü yıkamaya kalksam, sargının kenarları ıslanacak beni de ifrit edecekti. Aman yat aşağı ne olacak dedim, yattım. Ertesi sabah yani 14 Şubat Sevgililer Günü, uyandığımda suratım çarsamba pazarı gibiydi. Hemen dedim kafamdaki şu kütleden kurtulayım ama sonra artık kırmızı alarma geçen evin hali yüzünden temizlenmesi gerektiği aklıma geldi. Şu işi de halledeyim bari 1-2 saat geç yıkamış olurum kafamı diye düşünüp giriştim temizliğe. Tüllerden başladım. Son zamanlarda özellikle geceleri simsiyah geliyorlardı gözüme. Zaten annemin eski tülleriydiler, yıkana yıkana da renkleri açılmaz olmuştu. Değiştirsem diyordum da masrafından kaçınıyordum. Fakat gördüm ki, kir yüzündenmiş karartısı. Utanç duydum ve hışımla bir daldım temizliğe, tutabilene aşkolsun. Cam çerçeve is tutmuş, onları, dolapları ve yerleri silip ortalığı süpürdüm. Tülleri yıkadım ütüledim. Ardiyeyi düzenledim. Saat de oldu akşamın 4'ü. Annemin tabiriyle imanım gevredi. Kınanın da kafamdaki misafirliği 17. saati buldu böylelikle. Normalde 8 saat yeterli. Bu arada, gelip geçtikçe aynadaki görüntüme gözüm takılıyor, yabancı biri eve girmiş gibi irkiliyordum. O derece virane, perişan ve felaket bir durumdaydım ve normal halimden öylesine uzaktaydım ki anlatamam.

 

Ayaklarım, terası yıkarken giydiğim devasa plastik terliklerin bitiminden dizlerime kadar, kollarımsa dirseklerime kadar, kurumdan simsiyah harelerle bezenmişti. Popoma yazdan kalma gök mavisi ağzı burnu dönmüş şort-tayt arası bir tuman geçirmiştim, üstümde harap bir penye ve mutfak önlüğü vardı ama pislikten renkleri seçilmiyordu. Kafamda ise malum koca kına kavuğu. Çalışırken kan ter içinde kaldığımdan yumurtalı ilaçlı kına sıvısı boynuma doğru akmaktaydı ve sürekli elimle silerek geçiştiriyordum. Üstüne üstlük akşamdan kalan makyajım iyice yayılmıştı yüzümün her bir noktasına. Ben böyle perişan ve moktan bir haldeyken kapı çalındı. Açtığımda, orta yaşlarda bir kadın elinde devasa bir gül buketiyle duruyordu karşımda. Gözlerindeki şaşkoloz ifadeye bakılırsa, bana, yani benim gibi bir yaratığın varlığına inanamıyordu. “Bu çiçek size gelmiş, çiçekçi aranıp duruyordu, ben 3. katta oturuyorum, ver ben götürürüm dedim, aldım.” diyerek elindeki buketi bana uzattı. “Emin misiniz, kim yollayacak, bir yanlışlık olmasın?” dedim. “Üst katta oturan bayan dediler, sizsiniz işte.” dedi ama fal taşı gibi açılmış gözleriyle beni yukarıdan aşağıya süzdürürken, aklından, “Bu yaban armuduna çiçek yollayan ayının...”küfrünün geçtiğini de anlamamak imkansızdı. “Sevgi dedi galiba, adınız Sevgi değil mi?” diye sorunca, “Yok” dedim, “Bak işte ben değilim, sen de ben de rahatlayabiliriz” ama kadın “Yok, yok en üst kattaki bayan” dedi, “Sizsiniz”, ben yanlış hatırlıyorum diyerek çiçeği yine bana uzatınca almak zorunda kaldım. Baktım üstünde “SENİ SEVİYORUM... Cevat” yazıyor. Birden "Ay" dedim "Kim bu Cevat?” Cevat diye biri beni gizli gizli severmiş de haberim yokmuş meğer. Bu yaşta da böyle şeyler yaşanabiliyormuş demek, ee aşkın yaşı yok dostlar. Evet, şimdi berbat haldeyim ama normalde hala taş gibi, bakımlı ve hoşum. Biraz heybetli olabilirim ama iç dünyamın ışığı gözleri kör edebiliyor, bu da daha geniş beden eşittir, daha çok ışık anlamı taşıdığından (biyyk züğürt tesellisi) gönül gözü açık birileri tarafından illaki görülüyor olmalıydı. Tamam, kabul ediyorum, böylesi bir jesti, kendime bile itiraf edemesem de hiç, normalde her kadın gibi ben de bekliyordum hep. Ne yapalım biraz geç oldu ama oldu işte. Ah hınzır Cevat, sen de kimsin bakayım, daha tanımadan kalbimi hoplattın ve kazanmaya başladın, seni seniii… tarzında mal mal düşüncelere dalmışken birden bir şimşek çakmasıyla kendime geldim. “Aa" dedim alt kattaki komşunun adı Cevat, ama karısı Sevgi değil Sevda, o yollamış olmasın karısına. Pörtlek gözlü orta yaşlı hemcinsimin, evet evet Selma'ydı şimdi hatırladım, derkenki sevincini betimleyen tek cümle "mokunda boncuk bulmuşcasına" olurdu herhalde. Kaptığı gibi buketi, sevinçle alt kata, merdivenlerden üçer beşer hoplaya zıplaya inmesi de görülmeye değerdi yani. O kadar berbat haldeyken, bana çiçek gönderilmiş olması, muhtemelen daha iyi durumdaki kendine zırnık olmamasının yarattığı hezeyandan kurtulmasıydı asıl sevinç sebebi. Kuş gibi hafiflemişti hemcinsim. Ben de öyle palyaço şapşallığımla ellerim bomboş kalakaldım bir süre kapıda.

 

Şimdi burada Allah sevdiği kulunun eşşeğini kaybettirip buldururmuş sözündeki Allah’ın sevdiği kulu olma ayrıcalığına layık görüldüğüm için sevinip salak durumuna mı düşsem, “Ulen Allah bile eğlenmek için beni seçiyor” diye karalar mı bağlasam, ne yapsam bilemedim.

 

Tamam, ilk yapmam gerekeni bir kaçınızın yüzündeki ifadeden anlıyor ve bu konuyu burada kesiyorum. İçimizdeki sevgiyi saklamadan sunalım, pintilik yapmayalım. Sevgi için para ödemek gerekmiyor. Her şey bir yudum sevgiyle buluşmak için değil mi? Sevgili olsun, olmasın birbirini seven herkesin kucaklaştığı, yüzlerinde sımsıcak gülücük fiyonklarının oluştuğu bir sevgililer günü ve son gün mutluluk balonunun içinde gökyüzüne yükselene kadar, yaşayacağımız her günün sevgililer günü tadında geçmesini diliyorum. Kutlu olsun.