Bizim Zonguldak'ta pek bir rastlarız asabi esnafa. Savunmalarına göre, müşterinin dükkâna girişinden anlarlar alıcı olup olmadığını. Dolayısıyla fikir edinmek üzere bir dükkana girip birkaç şey bakmanız sinirlerini bozar ve çoğu zaman layık olmadığınız muamelelerle karşı karşıya kalırsınız. Yani alıcı değilseniz boş yere vakitlerini almamalısınız. Oysa ne demişler, parayla imanın kimde olduğu belli olmaz. Bunun yanı sıra benim en sevdiğim deyiş de, "Gülmeyi bilmeyen dükkan açmasın"dır. İş sahibi herkes bir sürü sinir bozucu olayla ve insanla muhatap olmaktadır sadece esnaflar değil yani. Herkes birbirine çemkirse akşama kadar dövüş edecek millet birbiriyle o vakit. Olmaz. Evet, birçok rahatsız insan var gün içinde karşılaşılan, ama onları işinin bir parçası olarak görmeyi bilmeli, tahammül etmeyi eziyet değil görev addetmelidir. Ne olursa olsun nezaketi elden bırakmamak da en belirgin medeniyet göstergesidir.Sinirli esnaflara ben kendimce esprili bir isim taktım. Onlara “siğilli esnaf” diyorum. Konuya dair yaşadığım bir hadise var paylaşmak isterim efendim sıkılmazsanız.
Güneşli bir sonbahar günü arkadaşlarla açık havada, bir kafede oturuyoruz. Malum ayaklar masanın altında gölgede kalınca üşüyor, bu da beraberinde minik abdest ihtiyacını getiriyor. (Bakar mısınız ne kadar usturuplu söylüyorum, yıkılıyorum kibarlıktan) Bir viğsi var halk için (Yani WC, tam gaz kibarlığa devam.) mecbur o kullanılacak. Kıvırta kıvırta gittim viğsi'ye. (Yalnız bu kıvırtma kibarlıktan değil, kaçtı kaçacak vaziyetinden) Bir süre kaldım haliyle, çıktım sonra. Her yer zırıl zırıl ıslaktı. Tüm koşullar mikropların üreyip çoğalması için kusursuz bir şekilde hazırlanmıştı. Bir tiksinti hissiyle, ucuzluğu yüzünden neredeyse hayrat olarak dağıtıldığını düşündüğüm cıvık sabunla, ellerimi bir köpürteyim dedim. Her umumi memişhanede olduğu gibi duvarda asılıydı sıvı sabunluk. Etrafına bulaşan sabun yüzünden fena halde kayganlaşmış butona dokunur dokunmaz, olduğu gibi yere indi zıkkım. Allah'tan kırılmadı. Öff ne olacaktı şimdi. Aldım, zaten eğreti bir şekilde duvara tutturulmuş oynak plastik sabunluğu, ben de aynı eğretilikle yerine taktım. Dışarıda koridora açılan camlı bölmenin ardındaki memişhane kâhyasına (Ki önceden kendisine emekçi kardeşim diyordum olaydan sonra bu adı taktım.) söyleyip söylememek konusunda tereddüt yaşasam da, bana yakışmaz diyerek söylemeye karar verdim. Müşteri parasını öderken elinden başka bi tarafını sokamasın diye iyice ölçüp biçerek oydukları o delikten para uzatırken, "İçerideki sabunluk kırık galiba dokunmamla yere düştü” dedim. Camın ardındaki kâhyadan cevap gecikmeden geldi. “Ee napayım?” dedi. "Bal dök yala" Allah Allah ya. Böyle söylemedim ama sonradan söylemediğime pişman olmadım değil. "Hayır, ben haberiniz olsun diyerekten şey ettim." diyebildim. Bu defa da "Bana ne abanmasaydın var gücünle, kopar tabi, hayret bi şey ya" cevabını verip homurdanmaya devam etti. Adına BAMTELİ denen ve nerede olduğu tam olarak bilinmeyen bir tel vardır hani her insanda, bu cevabıyla işte o teli nasıl gerdi anlatamam. Derin bir nefes eşliğinde sakin olmamı telkin ettim kendime. “Yahu kardeşim, eğreti bi şekilde takılmış zaten, belli ki önceden de düşmüş, ben haber veriyorum ki hani sağlamlaştırın diye” dedim. “Sen kırmışsın, ben mi yapacam be” dedi. Camdaki o iletişim deliğinden benim duyduğum son cümle buydu. Çünkü devamındaki konuşma değil akışkan kıvamlı kin kusma eylemiydi. Hem bamtelimdeki baskının şiddeti hem de bardağımdaki son damlanın taşmasıyla ben, o delikten kolumu nasıl sokup ta, bunun yakasına yapıştım bilemiyorum. "Seni terbiyesiz" diye başlayan ve gittikçe dozu yükselen bir tarzda kükremeye başladım. O esnada onun da, kolumu tutup yakasından sıyırmak isteğiyle çekiştirdiğini fark ettim. Artık o bana, ben ona o küçücük deliğin elverdiği ölçüde, saldırırken, patırtımızı duyan onun cephesinden ahbapları cam kafesine, benim cephemden ahbaplarım koridora hücum etti. İlk bakışta cinsiyetimi seçemeyen ama kadın kısmından çıktığımı da anlayamayacak kadar izansız siğilli kâhyaya “Bayan o len” şeklinde hatırlatmada bulunulduğunu duydum. “Pes” diye düşündüm. Acıdım birden, "Ayy yazık ya, demek kadın olduğumu fark edememiş de ondan çemkirip dururmuş, ben de hemen çirkin çirkin zıplıyorum ama" dedim. Şaka bir yana öyle bile olsa ne fark eder kadın ya da erkek olmak. Hiçbir insana böyle davranma hakkı yoktur hiçbir işletmecinin.
Sonrasında beni ve arkadaşları hep güldürdü bu olay ama aslında tam bir trajediydi. Böyle böyle uzaklaşıldı işte hoşgörüden, insanlıktan. Her şey gelişip çoğaldıkça, yalnızlaştık. Sabrımız kalmadı birbirimize. Nasıl arttıysa teknolojik gelişme ve dahi medeniyetlerin ilerlemesi, aynı şekilde ruhlarımızın yükü çoğaldı gitgide. Zaman zaman altından kalkamadık bu yükün, biraz daha kambur devam ettik yaşamaya. Her ey gelişip ilerledikçe ruhsal olarak geriledik, ilkelleştik. Hayvanlar aleminin kurallarıyla yaşar olduk. Hep bir tehlike vardı sanki dışarıda bir yerlerde, bize ait olanı araklamaya hazır. Gözlerimizi dört açmalı her daim uyanık olmalıydık artık. Bu buz gibi keşmekeşte çırılçıplak kaldı ruhlarımız, savunmasız. Maddi manevi ne varsa sahip olduğumuz, kaybedip de kanatlarımız kırılmasın diye bencilleştik. Bedenlerimiz rutin olarak uyudu belki geceleri, ama ruhlarımız elinde fenerle bekçilik yaptı bilinçaltımızın ara sokaklarında sürekli.
Çözüm ne bilmiyorum. Belki de çözüm yok. Yaşanacak ne varsa tek tek yaşayıp göreceğiz kuyunun dibinde ne olduğunu. O zaman belki tüm ruhların fenerleriyle aydınlığa erişilecek. İnsanlık sokaklarındaki ışıkların hiç sönmemesi dileğiyle sağlıcakla kalınız, sevgiler.