1967 yılında Zonguldak’a ilk ayak bastığımızda bir yaz mevsimiydi. Trabzon’dan“Tırhan” adlı bir gemiyle, beş gün, beş gecede gelmiştik. Limana ayak bastığımızda inşallah bu son yolculuğumuzdur diye düşünmüştüm. Çünkü bir yıl evvelde Erzincan’ın Mercan’ından Sürmene’deki köyümüze iki gün süren bir göç yolculuğumuz vardı. Kamyon üstünde gelmiştik. Maceralı ve bir o kadar da hüzünlü bir göç hikayemiz olmuştu. Üç buçuk yaşındaki kardeşim “Metin Menderes”i kaybetmemize sebep olmuştu o yolculuk. Ölüm denilen sonu o zaman tanıdım. Zeytin gözlü kardeşimi bir dahagörememek, sesini duyamamakmış meğerse.

 

İlk yerleştiğimiz mahalle Ontemmuz’du. Küçük pek de sevimli olmayan bir eve yerleştik. Ama neşeli bir ortamdı, bir sürü arkadaş edinmiştim bile. Çevresi yemyeşil, kestane ağaçları ile çevrili bir yerdi. İşte, o ağaçların birine asılı salıncaktan düştüm kolumu kırdım. Kedisinden, köpeğinden geçilmezdi ve beni kuyruğuna bastığım “Tonton”ısırdı. Rutubeti o kadar çoktu ki, romatizma oldum bir ay yürüyemedim. Talihsizler yaşasam da, çok neşeli geçti oradaki çocukluğum. İsmet (İsmet Onuk) abinin yaptığı devasa salıncakları, bize oynattığı “Kızılderili” oyunlarını unutmak mümkün mü? Tüy bulmak için yolmadığımız tavuk kalmamıştı vallahi. Komşular az peşimize koşmadılar bu yüzden; arkamızdan fırlattıkları terlikler cabası.

 

Ontemmuz İlkokulu’nun barakasından, Merkez Orta Okulu’nun sınıflarına geldiğimde, Terakki Mahallesi’nin Gürcü Tepesi’ndeydik artık. Çelikelli lise yıllarımda ise, 467 Evler’de, rahmetli Naciye teyzenin kiracısıydık. Üniversiteli senelerim, Yağcılar Mahallesi’nde, oradan da Deniz Evler’e… Şimdi ise Fener mahallesindeyim; sürekli yanlarında olmaktan keyif aldığım annemlerde Site’de. Anlayacağınız Zonguldak’ın tüm mahallelerinde ikamet ettiğimizden oraların caddelerini, sokaklarını tek, tek ezberlemiştim. Kiracılığın da bu güzellikleri, tadı vardı dersem yalan olmazdı. Her oturduğumuz mahallede, farklı arkadaşlıklar, dostluklar yaşadık. Her birinde ayrırenkte, ayrı güzellikte unutulmaz anılarım oldu. 46 yıldır tüm bu yaşadıklarım, beni, bu şehrin vazgeçilmez sevdalısı yaptı. Hatta tutku ile bağlanan aşığı oldum. Nereye gitsem, biraz uzaklaşsam, bir an evvel dönebilmeyi düşünmeye başlardım. Zorlu geçen Ankara’daki üniversiteli yıllarım, hastalığım için gittiğim Amerika-New Yorklu günlerim hep bu özlemle geçti. Geri dönebilme özlemi…

 

İşte, büyüsüne kapıldığım, sevgisiyle büyüdüğüm Zonguldak’ım beni kendisine öyle bir bağlamıştı ki, yıllardır ıslah edilmeyen “boklu deresi” benim içimde dert. Her an yıkılma tehdidi ile karşı karşıya kaldığımız, altından her geçtiğimde ürktüğüm“köprüsü” bitmek bilmeyen çile. Adına proje yarışmaları düzenlenen, bunun için ödüller dağıtılan bir türlü de gerçekleştirilemeyen “lavvar alanı” tam bir kâbus. Eğer trafiğe kapanmazsa; egzoz gazıyla zehirlenmelerine ramak kalmış Gazipaşa Caddesi üzerindeki esnafların içler acısı durumu ve hala bunu anlayamamış olmalarına üzülmekteyim. Ya, sürekli yağan şiddetli bir yağmurda, şehrin alt yapısının çöküşüne ne demeli! Sular sel olup, coşan dereye dönüyor tüm caddeler. Çukurlar şehrine döndük, araçlarımız tamirhanelerde kuyruk oldu. Kaldırımlar deseniz ayrı bir sorun. Mübarek, sanki buralar yayaların değil de, üzerlerinde mağazaları bulunan esnafın. Nerdeyse hepsi işgal edilmiş, gittikçe büyüyen büfelerle donatılmış; yürüyenler ise arabalardan fırsat bulursa onların yolunu kullanacaklar… Ama ne yazık ki, ralliye çıkmış taksiler aman vermiyor. Minibüsler “yollar bizim!” diye geçit vermiyor; yolcu kapma kavgası içindeler. Bir de,“halk otobüsleri” çıktı; halka hizmet vermiyor, adeta zulüm ediyorlar. Ne dur, ne de “durak ”tanıyorlar maşallah…  Bizim trafik polisimiz ise, sorunu çözme peşinde değil de, ceza yazma derdinde. Kozlu’ya giden çift şeritli yolda, 56 km hızda bile giden araçlara yüzlerce lira ceza kesmekteler. El insaf diyen yok.

 

Sorunlar o kadar çok ki; ne desem, 15 yıldır bitmeyen Ereğli, Devrek yolunu mu, yoksa kilometrelerce uzunluktaki yıllarca değiştirilmeyi bekleyen, kanserojen madde içeren asbestli içme su boruları mı, bilmem hangisinden bahsedeyim. Yoksa seçimden seçime boy gösteren, proje dahi üretmekten aciz adaylarımı anlatayım. Yahut yaşı yetmişe dayanmış hala adaylık peşinde koşan koltuk sevdalılarını mı? Ya da seçimler olmazsa yüzlerini dahi göremediğiniz Zonguldak dışında ikamet edenler var ya! Hani şehrimiz için şiirler okurlar, sevgisinden, hasretinden bahsederler ya! İşte onlardan bahsediyorum. İthal aday desem yeridir. Şimdi ilan dağıtıp, afiş asmakla meşguller. En kötüsü de, araya bölgeciliği sokarlar kendi menfaatleri için. İnsanımızı bölmeye çalışırlar; işte buna hiç tahammül edemiyorum. ”Yerli-Yabancı” fitneliğini böyle durumlarda acımasızca kullanırlar. Sanırsın bir diğeri “Gavuristan’dan” gelme… Cehaletin örneklerini veren, basit düşünceli, sözde aydınlar yapıyor tüm bunları. Aday olabilme adına bunun gibi her türlü fitneyi kullanıyorlar. Halkımız böylelerine bereket pirim vermiyor. Sorunları çözme derdinde olmayıp, kendi ikbal derdinde olanlara, inanıyorum ki, gerekli cevabı verecektir Zonguldak.

 

Böyle bir durumda, görünen köy kılavuz istemezken, hâlâ Zonguldak’a hizmet ettiğini sanan, kendi söylediklerinden dahi bi haber olan, donanımlarıyetersiz, benlik duygularını tatmin için var olan,“hizmet” sözcüğünün anlamını dahi doğru dürüst idrak edemeyen bir kısım adaylar, size sesleniyorum: “Hiç aynaya baktınız mı? Orada kendinizi gördünüz değilmi? Kral gibisiniz. Beyler işte o gördüğünüz ‘kral çıplak’.” Ve bir gün o kralın çıplak olduğunu size bu halk söyleyecektir. Ama her şeye rağmen, nadide şehrimizin, yumak olmuş sorunlarının, er geç çözüme kavuşacağına inananlardanım. Tabi ömrümüz yeterse. Sevgi ve saygılarımla…