70’lerin ikinci yarısında, sokaklarında gürül gürül umut dolaşan bir kentte geçti ilk gençlik yıllarım. Daha çok mu okuyorduk ne? Mebzul miktarda bayi olmasına karşın, bir de, yerlere açılan tezgâhlarda satılıyordu mesela. Aynı zamanda sendikal muhalefetin de merkezi olan Merkez Atölyesinin önündeki gazete sergisi bunlardan biriydi. Onlarca metre serginin orasında burasında eğrile doğrula koşup akıl almaz hızla müşterisine gazete yetiştiren müvezziin tiz sesi kulağımda hâlâ: “Gasteiiiii.”

Sendikalar, siyasi partiler, dernekler bir çekim merkezi gibiydi o yıllarda. Diğerlerinden vaz geçtim, öğrenci derneklerinin bile yüzlerce üyesi olurdu. Toplum öylesine örgütlüydü ki, duyuru olanakları bugünküne göre kat kat kısıtlı olsa da, kimin çağırdığına bakmaksızın, meydanlar, hıncahınç dolardı. Gök gürültüsünü andıran slogan sesleri, şimdiki gibi birilerinin yönlendirmesiyle değil, kendiliğinden yükselirdi kalabalığın içinde. Sokakları daha renkli, meydanları daha sesli, insanları daha umutluydu…

BİN SESİN DUYULDUĞU GENEL KURULLAR CILIZ SESLERİN YÜKSELDİĞİ ÖLÜ EVLERİNE DÖNDÜ

O yıllarda büyük bir heyecanla izlediğim dernek, parti, sendika genel kurullarının olağanüstü bir atmosferi vardı. Şimdiki kongrelerden çok daha düzeyli, çok daha çekişmeli ve çok daha sahiciydi bir kere. Sen ben çekişmesi, ihtiras yarışı sonuçlarda etkili olsa da anlayış farkı, siyasal bakış tercihlere daha egemendi. Genel kurullar, yurt ve dünya sorunlarının konuşulduğu ideolojik yarışlara dönüşürdü bu yüzden. İzleyenler kürsüde konuşulanlardan bir şeyler öğrenirken tarafını da belirlerdi...

12 Eylül toplumun üstüne balyoz gibi indi, gelenek değişmeye başladı. İdeolojik düzeyi düşen kongreler, muhterislerin “O gitsin, bu gelsin” çekişmesinin arenasına dönüştü. Kurulan dernek sayısı gibi üye sayısı da azalmaya başladı hızla. Siyasi yasakların kalkmasıyla siyasete ilgi artsa, memurların sendikalaşmayla örgütlü alan genişlese de eğilim değişmedi, eskiden bin sesin duyulduğu genel kurullar cılız seslerin yükseldiği ölü evlerine döndü. Küreselleşmenin etkisi de bunda çoktu elbette…

TÜM KESİMLER MİLLİYETÇİ İDEOLOJİNİN TÜREVLERİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR

Sendikalar, muhalif dilini de unuttuğu bu dönemde, “mücadele” yerine “uyum ve işbirliği” kavramını ikame etti. Bu tutum işyerlerinin kapanmasına, üye sayılarının azalmasına neden olurken, emeğin, GSMH’den aldığı payı da azalttı. Teslimiyetçilik, bezginlik, mücadele kaçkınlığı, kitle eylemlerinden kaçınma, iktidar politikalarını eleştirmekten ısrarla geri durma gibi yaklaşımları temel davranış biçimine dönüştüren emek örgütleri, zamanla, toplumun dönüştürücü gücü olma vasfını da kaybetti…

Aynı şey ülke için geçerli şimdi. Oluşan ideolojik hegemonya ile toplumun farklı dinamikleri tasfiye ediliyor. Yaşanan sağcılaşma süreci, daha yaşanası ülke için verilen mücadele zeminini zayıflatmakla kalmıyor, halkın muhalif ruhunu, yaratıcı yanını da yok ediyor. Tüm kesimlerin milliyetçi ideolojinin türevlerine dönüşmesinin giderek daha belirgin hale geldiği yeni konjonktürde herkesin hizaya gelip yaşam biçimini verili duruma uydurması isteniyor. 28 Mayıs’ta oylayacağımız en çok da bu bence…