Şehrimizin çirkinliklerini yaz! Soyguncuları, rant peşinde koşanları yaz! Menfaat çetelerini yaz! Yalandan dolandan bahset! Kömürden, madenden, geride kalan yetimlerden haber ver! Ve benzer onlarca sorular… İşte böyle diyor arkadaşlarım, dostlarım bana. Kimi telefonla, kimi maille, kimi de sokakta yakalayınca hemen orada sorguluyorlar. Sevgiden, saygıdan, sağlıktan, çiçekten, böcekten yeterince yazdın deyip, serzenişte bulunup; artık yaşanılan hayatın gerçeklerine dönmemi arzu etmekteler. Gündüzleri değil gecenin karanlık yüzüne, pisliklere, çamura ve de sisli puslu havalara gir, onları gör, araştır incele diyorlar. Ve bu gerçekleri bize de anlat demekteler.

 

Lakin onlara diyorum ki: “Durun hele!” Beni, ölenin arkasından konuşan sırtlanların, iftira atıp nankörlük eden çakalların arasına koymayın. Hakikatle yalanın karıştığı bir ortamda, kurtların sofrasına savunmasızca bırakmayın! Değerlerimizi hiçe sayıp, ayaklar altına alan, pas pas yapan gafillerle ve onları destekleyen korkak, yalaka ve en sonunda da fırıldağa dönenlerle karşı karşıya bırakmayın! Bu mahlûklar yüzünden gönüllerinizden ayrılıp bir mahkûm konumuna sokmayın beni!

 

Çalıştıkları kurumları, yaptıkları ihale yolsuzlukları ile zarara uğratan, bir kuruşluk menfaat için, heyelan bölgelerine onlarca katlık binalara yapım izni verenleri yazmak istemiyorum!

Hele, güzelim denizimizle aramıza “ayrılık kalelerini” yapanlardan hiç bahsetmek istemem.

Yönettiği şehre hizmeti zül sayan, sokakları, caddeleri kevgire döndüren, proje dahi üretme yeteneğinden yoksun yetmişlik adayları anlatıp ne sizi ne de kendimi üzemem! Ve tüm gücüyle rant elde etme peşinde koşan, hak, hukuk tanımayan başkan adaylarının : “ Bu şehri ancak ben yönetirim!” deyip megaloman tavırları takınmasını bu kalemim hiç yazmaz! Midem bulanır kusarım sonra.

 

Bir makam, bir koltuk adına ve de oturacağı bir lojman uğruna üçgenden kareye oradan da yuvarlağa dönen, dernekten derneğe, sendikadan sendikaya veya o partiden bu partiye transfer yarışı yapıp; tam bir “karakter çöküşü” yaşayanların adını bile anmak istemezken, onları bu satırlara nasıl sığdırabilirim ki? Hani onur, hani gurur, şeref ve haysiyet? Yerlerde sürünen bu sürüngenlerden söz edip de sizi üzmeye hakkım var mı? Tüm içtenliğimle diyorum ki, bunları yazmak beynime eziyet, size zül, onlar ise aramızda olmayı hak etmeyen bir kul! Yazık çok yazık! Zamanında yan yana birlikte yürüdüğümüz, şimdi tiksindiğimiz bu insanların inanın yarın gücü elde ettiğimizde, peşimize dörtnala koşacaklarını adım gibi biliyorum. Ne yani şimdi bunları ifşa edip, sizi de kendimi de niye yorayım ki? Değmez inanın. He vallahi, he billahi...

 

Bu sebeptendir ki yazmam, yazamam!

Anlatın derseniz, anlatamam!

Tüm bu muhterem zatları ve destekçilerini bir araya toplasam, her bir gerçeği, tek, tek anlatsam da zaten anlayamazlar... Onlar da, bana yaptıklarını anlatsa ben anlayamam! Biz değil miyiz 65 ülkede yapılan araştırmada “anlama” konusunda 44. olan... Eee...  Ben de, onlar da bu ülkenin ferdi isek ne demeliyim başka...

Onun için kimse kusura bakmasın! Ben yine insanı, kuşu, böceği kalmışsa ormanı, yeşili yazmaya devam edeceğim. Tabi birde sevgiyi, saygıyı... Ama şunu da unutmadan:  “Saygıyla eğilmesini bilen, gün gelir dik durup devirmesini de bilecektir”. Benim felsefem budur işte…

 

Fikri hür, duruşu dik, şerefi ile onuruyla yaşayanların kalemi olup; halkımızın acısını, çilesini, değerlerini yaşayarak yazmak, yön verip, çare üretmek ilkem olmuş ve de olacaktır.