Yaklaşık 40 yıldır iktidarda olan merkez sağ hükümetlerin Zonguldak’ın sorunlarına gösterdikleri negatif veya sorunları görmezden gelme yaklaşımının altında yatan sebeplerin başında; kuşkusuz kentin işçi haklarının korunması için verilen mücadelelerde gösterdikleri muhalif duruş ve yıllardır süregelen emek yoğun bir iş kolunun hak ettiği ilgiyi görememesi yatmaktadır. Bu durumun Zonguldak halkında yarattığı travmanın eseri olarak, kent insanının siyaset kurumuna olan güvensizliği ve bu güven kaybının siyasiler üzerinde yarattığı aşırı baskıda yatmaktadır.
 
Öyle ki; önceki dönemlerde siyaset yapmış olan ve adeta kentin siyaset markası haline gelmiş olan kişilerden sonra bu düzeyde bir siyasinin Zonguldak adı ile özdeşleşememiş olması, ulusal basında ve kent dışı medyada bilinirliliğinin eksik olması da bu baskının giderek artmasını neden olmuştur. Zonguldaklı siyasilerinher seçim sonrasında toplumun tüm kesimlerinde bilinirliliği arttırma çabaları ve telaşı onların kentten kopmasına neden olmuştur.
Bu durum dışardan bakıldığında daha da net görülmektedir. Bu konuyu 1990 grevi,91 Ocak yürüyüşü ve sonuçları bakımından da irdelediğimizde gözlemlemekteyiz. Grev ile birlikte ortaya çıkan işçi ve kent hareketinin liderliğini yürüten kişi ve kurumların, ülke gündemine tam da zamanında doğru noktadan girilmiş olunmasına rağmen iyi yönetememesi sonucu bu avantajı iyi kullanamamaları ile karşılaşmaktayız. Oysa ki; ülkede ağır bir ekonomik buhran, temel hak ve hürriyetler bakımından tam bir çıkmaz yaşanmaktaydı. İktidardaki hükümet işçi hak ve hürriyetlerinin uluslararası standartlara çıkarılması gerekirken tam bir karmaşa ortamı içerisine girmişti. Konunun bir hak ve hürriyet konusu olduğunu görmezden gelmekle kalmıyor, emek yoğun iş kollarının tasfiyesi ve hatta kapatılması konularını tartışıyordu. Bu konuda Almanya ve İngiltere örnekleri üzerinde duruluyor ve bu ülkelerin izledikleri yolları irdelemeden doğrudan kapatma tedbirine yöneliniyordu.
 
Hatta, İshak Alaton, "Kömür ocaklarını kapatalım. TTK 700 milyon lira zarar ediyor, para cebimizde kalsın. 15 bin işçiye maaşlarını ödeyelim, kalan parayla onlara yeni meslek öğretelim" diyordu.  İshak ALATON bu savını ilk olarak 1985 yılında bir röportajında söylemişti. 17 Mayıs 2010 tarihinde TTK Karadon Müessese Müdürlüğü’ne ait maden ocağında meydana gelen ve 30madencinin ölümüne yol açan grizu faciasıyla ilgili İshak Alaton geçmişteki teklifini yineledi. Devletin madenleri kapatması gerektiğini söyleyen Alaton, taşeronlar dâhil, TTK’da çalışan 15 bin kişiye devletin her ay 800 lira maaş ödemeye devam edip, bu kişilere yeni meslek öğretmesi önerisinde bulunuyordu.Alaton, Fransa ve İngiltere’nin madenlerini kapattığını, Almanya’da ise dört yıl sonra tamamen kapanacağını belirterek, “Buralarda patlama olmuyor” diyor iddiasını insan temelinde şekillendiriyordu. İlk bakışta çok hümanist gelen bu yaklaşım ve gerekçeleri, örnek gösterilen ülkelerin konuya yaklaşımlarındaki yöneylem araştırmasına bakıldığında ülkemiz gerçekleri ile çok da örtüşmemektedir.
 
O yıllara ilişkin olarak söyleyebileceğim en önemli zihniyet belirlemesi anılarından birisi de; 1995 yılında 5 Nisan Kararları sonrası da ortaya atılan TTK kapatılsın söylemlerine karşılık benim de DYP-SHP HükümetindeDevlet Bakanı Sn.Önay ALPAGO’nun Danışmanı olduğum sıradaBaşbakan Sn.Tansu ÇİLLER ve Başbakan Yrd. Sn. Murat KARAYALÇIN tarafından bizlere verilen “TTK REHABİLİTASYON VE ORGANİZASYON RAPORU” hazırlama görevi sırasında Komisyon Üyemiz Sn. Prof. Dr. Celalettin Sencer İMER’in bana anlattığı olaydır.
 
Prof.Dr. C. Sencer İMER;“1850'de başlayan kömür üretiminin Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti'nin enerji kaynağı olduğundan hareketle, Taşkömürü işletmelerinin kurulduğundan bu güne tahmini 400 milyon tonun üzerinde kömür üreterek Türkiye'nin kalkınmasına en büyük katkıyı sağlamış olduğundan hareketle, Türkiye bugün bir yere gelebilmişse bu konuma kömür sayesinde gelmiştir Çin’in bugün 21. asrın bir numaralı gücü olmasında en önemli etkenin çeliği ve enerjiyi iyi kullanmasıyla olduğunu söylemiştir. Sn. İMER Turgut ÖZAL’ın döneminde Yusuf Bozkurt ÖZAL'ın Başdanışmanı olduğundan bahisle Turgut ÖZAL'a Demir-Çelik Sektörü ve Almanya ile münasebetleri konusunda Danışmanlık yaptığını ve bir anısını da anlatmıştı.
Sn. İMER “Bu konuda da köşke çağrıldım. ÖZAL o zaman Cumhurbaşkanıydı. Bizimle bakanlar da aynı şekilde toplantıda bulunuyordu. ÖZAL, toplantıda “Zonguldak'ı kapatmak lazım, çok zarar ediyor” dedi. Bakanlar ve Hazine yetkilileri de “evet efendim, kapatmak lazım, dünyada kömür çok ucuz, her yerden alabiliriz” diye destek verdi. “Kapatamazsınız” dedim. Özal, karşısındaki adamı samimi bulduğunu biliyorsa, dürüstçe, kişiselleştirmeden bir şeye karşı duruyorsa, onu dinlerdi. “Bana niye kapatılmazmış, söyle bakalım” dedi.
 
“İlk olarak Türkiye'nin taşkömürüne ihtiyacı var, stratejik malzeme. Burayı kapattığınız anda bütün yatırımlar boşa gider, orayı su basar. Şu anda o galerilerdeki demiryolunun uzunluğu Ankara-İstanbul arasındaki demiryolundan daha uzundur. Dolayısıyla bütün bunları kaybedersiniz” dedim."
 
"İkincisi, bu kömürü kullanmamız lazım, dengelemek açısından. Bugün fiyatı 50 dolar ama yarın fiyatı 200-300 dolar olacak" dediğini
 
"Üçüncü olarak sosyal boyuta bakalım. Burada 200 bin adam yaşıyor ve bunun yaratmış olduğu dolaylı istihdam sorununu nasıl çözeceksiniz” dedim. Almanlar buna alternatif sanayi kolları geliştirip öyle yapıyor. “Siz bunu nasıl yapacaksınız” dedim. Bunun üzerine 2 saat sonra falan toplantının bittiğini söyledi. Toplantıdan çıkarken kapının yanında “ya Sencer sen haklısın kapatmayalım biz orayı” dedi. Ağustosta da gazeteye demeç verdi.
 
Ondan sonraki yürüyüş hikâyesi bir noktada pazarlıktır. İşveren ve sendikalar arasında kapatıyoruz, lafları pazarlık için kullanılır. Özal, bunu anlamıştı, mühendislikten ve tabandan gelen bir adamdı. Ben mahalli idare yönetiminden gelenlerin bunu anlamasını beklemiyorum, bu zor." Demişti. Evet 80’ler ve 90’ların başlarındaki zihniyet ve o zihniyetin mağlup oluşu bu şekilde olmuştu.
 
Zaten 1980’lerde İngiltere’de Thatcher yönetiminin kömür madenlerini kapatma kararı almasındaki en önemli unsur hiç şüphesiz kömüre dayalı enerji üretiminin giderek daha pahalı hale gelmesiydi.Emek yoğun bir çalışma sergileyen kömür madeni işçilerinin meşakkatli ve uzun zaman alan hak arama ve sendikalmücadelesi sonucunda, ücret artışı ve iş güvenliğine ilişkin yeni yatırımlar yapılmasını sağlamaları, kömüre dayalı termik santrallerinin eskisi kadar ucuz enerji kaynağı olmaktan çıkarmıştı. Bunun sonucu olarak da İngiltere’de termik santraller giderek kömürden petrole ve doğal gaza dönüştürülmeye başlanmıştır. Bu noktada bir detayı da gözden kaçırmamak gerekir, 1950’lerden beri İngiltere’de sayısı giderek artan ve halen önemli ölçüde enerji ihtiyacını karşılayan nükleer santrallerin varlığıdır. 1980’lerde kömür maliyetine göre petrol fiyatının göreli olarak daha düşük bir fiyata sahip olması bu dönüşümün gerçekleşmesinde en önemli etken olmuştur.
 
Ülkemizde kömür madenlerinin kapatılmasından özelleştirilmesine kadar her seçeneğin tartışıldığı bütün bu süreçte, asıl önemli olanın sanayi için olabilecek en ucuz maliyetle enerji üretilmesi olduğu ve bunun da kapitalist sistemin en temel unsuru olduğunununutturulmasıdır. Öyle ki artan enerji maliyetlerini sanki işçinin kazancının artması ve sübvanse miktarları ile açıklamaya kalkışmak o dönemde ve bugün bu konuda kendisinde konuşma hakkı bulan ilgili ilgisiz herkesin fütursuzca başvurduğu bir yol olmuştur.
 
Tabi bunda Soma Faciası sonrasında yapılan “fıtrat” açıklaması, akabinde ama başka ülkelerde böylesine büyük maden kazaları olmuyor biçimindeki karşı tezler, gelişmiş ülkelerdeölümcül maden kazalarının azaldığı algısını yaratmaya hizmet etmektedir. Bu da, maden kazalarının az gelişmiş ülkelere özgü bir ritüel olduğu gerçeğinin gizlenmesine yol açmaktadır.Oysa kömür madenlerindeki facialar, doğrudan azami kâr hırsının bir sonucudur. Kömür madenlerinin kapatılması da, petrol, doğal gaz ya da nükleer enerji kaynaklarına yönelinmesi de düşük maliyet ve azami kar arayışının ürünüdür. Madenlerin özelleştirilmesi ya da “Rödevans” sistemi bu arayışın ortaya çıkardığı uygulamalardan sadece birisidir. Hiç unutulmamalıdır ki, son yıllarda Türkiye’de kömür madenlerinin yeniden önem kazanmasının arka planında petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki aşırı artışlar bulunmaktadır.
Özellikle dışa bağımlı olan bu enerji kaynaklarının sürekli dalgalanan ve artış eğiliminde olmasının yanında Türk Lirasının Dolar karşısındaki değer kaybı enerjiye ihtiyaç duyan hükümeti daha düşük maliyetle kömür çıkartılmasının yollarını aramaya yöneltmiştir. Bu da düşük ücretle işçi çalıştırılmasına, iş güvenliğine ilişkin önlemlerin olabildiğince göz ardı edildiğive düşük maliyetlerin sağlandığı bir işletme zihniyetine yol açmıştır.
Türkiye enerjide dışarıya bağımlı bir ülkedir. Tüketilen enerjinin yüzde 75’ini dışarıdan sağlamaktayız. Doğalgazda küçük bir üretimi sağlamaktayız, neredeyse tamamını ithal ediyoruz, Petrolün % 90’ını, Taşkömürünün % 95’ten fazlasını dışarıdan karşılamaktayız. Bu kadar yüksek girdi maliyeti ile elde ettiğimiz enerjinin halkımıza maliyeti de ağır olmaktadır. Taşkömüründe Zonguldak’ta 1 milyar tonun üzerinde rezervimiz var.Büyük bir rezervimiz olduğu halde Rödovanslar dâhil1 milyon tonun biraz üstünde taşkömürü üretimi var ve buna karşılık Türkiye 35 milyon ton taşkömürü ithal etmektedir. Ülkemizin elindeki potansiyeli ve Zonguldak’ın ekonomideki konumu ile havza planlanmasının daha iyi yapılması lazım. Daha çok yatırım yapılması gerekir, aynı şeyin petrolde ve gazda da yapılması lazım. En büyük İthalat kalemimiz petrol. Yaklaşık 7-8 milyar dolarımızı petrole harcamaktayız. Sonraki kalemimiz doğalgaz. Yaklaşık 50 milyar metreküp gaz ithal ediyoruz, bunun bin metreküpüne aşağı yukarı 180 dolar ödüyoruz bu da 10 milyar dolarcivarında bir rakama tekabül eder.
Peki yaklaşımımız ne olmalı? Öncelikle Doğalgaz ithalatımızda mümkün olduğu kadar farklı ülkelerden tedarik yöntemi geliştirerek ülkeyi tekelci alım kıskacından kurtarmak zorundayız. Diğer bir seçenek ise Türkiye’yi bir doğalgaz geçiş merkezi yapmaktır. İşte bu noktada Zonguldak bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizin en büyük iki kentine en yakın limanlar Zonguldak, Ereğli ve Filyos Limanlarıdır. Ayrıca boru taşımacılığı için ve Doğalgaz arzının olmazsa olmazı depolama için biçilmiş kaftandır Zonguldak havzası. Türk Akımı, TANAP, Mavi Akım, Bakû-Tiflis, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hatlarına alternatif bir hattın da Zonguldak Havzasından planlanması zor değildir.
Bir başka konu da Demir- Çelik Sektörüdür. Şu an Erdemir, İskenderun Demir Çelik İşletmeleri ve özel sektör dahil sac üretimimiz 9 milyon ton civarındadır. Oysa biliyoruz ki bu ülkenin 19 milyon ton civarında tüketimi mevcuttur. Yani ürettiğinden daha fazlasını ithal etmektedir. Bu ihtiyaç grafiği ve gelecek planlaması ile üç tane ERDEMİR’e ihtiyaç vardır. Eğer Otomotivde Dünya markası yaratacaksak bunu yapmak zorundayız. İthal saç ile marka yaratamazsınız.Kuşkusuz Filyos Havzası bu avantajı sağlayacak kapasiteye sahiptir. Filyos yalnızca Zonguldak için değil Karabük ve Bartın için de büyük endüstri merkezi olabilir. Suyollarının işlerliğinin sağlanması, Karayolunun, Otoyolun, tren ve hızlı tren hatlarının Anadolu ile bağlantısının kurulması ile İç Anadolu kentlerinin de artık bir liman kenti haline gelmesi sağlanacaktır.
Ülkemizin yakın gelecekte 100 milyonluk nüfusa sahip olacağını düşünürsek kömürün 1848’de Zonguldak’ta bulunması ile başlayan bir hikâyenin yakın gelecekte endüstri merkezi olmaya evrilmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Zonguldak bunu hak etmiştir. Eğer bu ülkenin ağır sanayi hamlesinin odağında Zonguldak var ise, bundan sonraki sanayi planlamalarının odağında da Zonguldak olmak zorundadır. Zonguldak’ın geleceğini planlayanlar ne kömürden ne de çelikten vazgeçmemelidir. Ülke kalkınmasında her enstrüman kullanılmalı ve Zonguldak’ın bu ülkeye sunduğu imkanlar asla göz ardı edilmemelidir. Bu noktada çelik kümelenmesi yaklaşımının geliştirilerek rekabet avantajının arttırılması içinkömür-çelik ikilisinin bir arada olmasının getirdiği faydayı en üst düzeye çıkartmak gerekmektedir. Bu noktada Kamu- Üniversite ve Özel Sektör işbirliği büyük önem arz etmektedir. Öyle ki AR-GE faaliyetleri kapsamında yapılacak her çalışmanın bölge kalkınmasına ve bilim altyapısına ciddi katkı sağlayacaktır. Bu kapsamda Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, çelik kümelenmesine uygun laboratuvar ve ekipmanlar ile biran önceyazılım ve bilişim altyapısı, malzeme, makine, elektrik, iklimlendirme, beyaz eşya, otomotiv, ağır tonajlı araç üretimi ve kimya alanlarında AR-GE imkanları ile dünya standartlarında eğitim ve öğretim düzenine kavuşturulmalıdır.
 
 
Cenk KAPLANCAN