851 Yıllık Parantez;
(26 Ağustos 1071 - 26 Ağustos 1922)
Size eski ama eskimeyen bir yazımı sunuyorum
Yukarıdaki parantez, Türklerin Anadolu’daki 851 yıllık öyküsüdür.
26 Ağustos 1071’de Malazgirt Savaşı yapıldı.
Birileri der ki; Selçuklu hükümdarı Alparslan, beyaz giysilerini giydi, beyaz atına bindi. Kendisinden kat kat fazla olan Doğu Roma İmparatoru Romen Diogen’i yendi. Böylece "Anadolu’nun kapısı Türklere açıldı."
Birileri de derki: Ne kapısı? Zaten Türkler Anadolu’daydı. Ellerinde kılıçları, eğerlerine asılı kımız kırbalar ile çoktan Ege kıyılarına kadar gitmişlerdi.
Bu göçmen toplulukları üretim yapamayacaklarına göre yağma ve talanla geçiniyorlardı. Bu durum yerli halkı rahatsız etti. İmparatorları Romen Diogen’den, Türkleri Anadolu’dan kovmasını istediler. İmparator da ordusunu toplayıp harekete geçti.
Durumu gören dönemin Abbasi hükümdarı, damadı olan Alparslan’a; “Oğlum; bu Türkler Anadolu’dan kovulduğunda Asya’ya dönmezler. Bu defa güneye inip sizi de, bizi de rahatsız ederler. İyisi mi sen Romen Diogen’i yen de bu Türkler Anadolu’dan çıkmasın" der.
Hangi rivayet doğru olursa olsun, iki durumun sonuç ve sonrası aynı. Yani bu tarihten sonra Anadolu, Türkler için “mecburi istikamet” oldu.
Tarih, Türklerin Anadolu yerleşik halklarını imha ettiğine dair bir kayıt düşmemiş. Yani Türkler bu tarihten sonra Rum, Ermeni, Kürt,Süryani, Yezidi gibi halklarla birlikte Anadolu’yu yurt edindiler, Ama aradan geçen sürede; asimilasyon, göçe zorlama, mübadele (nüfus değişimi) gibi yollarla Anadolu’yu Türkleştirdikleri de bir başka gerçek.
Neyse; gelelim 1922 yılının 26 Ağustosuna…
Dönemin emperyalistleri kendi aralarında Birinci Paylaşım (Dünya) Savaşı’na tutuştular. Osmanlı, yenilen taraftaydı. O batılı medeni (!) ülkeler bunu fırsat bilip, 851 yıl öncesinin rövanşını almaya kalktılar.
Anadolu’nun batısı Yunanlılara, güneyi Fransız ve İtalyanlara, doğusu Rus, Ermeni ve Kürtlere, kuzeyi Pontus Rumlarına, İstanbul ve çevresinin işgal güçlerine bırakılması planlandı. Türkler ise İç Anadolu’da, çanak kadar bir bölgede mahsur kalacaktı.
İşte bu berbat senaryoyu yırtıp atan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, Ortadoğu karanlığının yanı başında ışıltılı bir yıldız gibi doğdu; hem de neredeyse tüm Anadolu halklarının altına imza attığı ve tarihin en büyük sosyal sözleşmesi sayesinde.
Kısaca; emperyalistlerin 851 yıllık heveslerini kursaklarında bırakarak...
İşte bu 851 yıllık parantezi kapatan, 26 Ağustos 1922’de başlayan Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın taarruzudur. Sonrasındaki 30 Ağustos Zaferi de bu kapanışın tescilidir, mührüdür.
PEKİ SONRA?
Öykü devam ediyor.
Aradan 100 yıl daha geçti O batılı medeni (!) ülkeler bu parantezin kapanmış olduğunu bir türlü kabullenemediler.
Gerici isyanlar, Kıbrıs ve sonrasındaki ambargo, üç darbe, dört yol ayrımında yanlış istikamet seçen Kürt hareketi, İslami terör ve diğerleri…
Yani Anadolu’da Türklerin başının ağrıtılması hiç bitmedi.
Burnumuzun dibinde, Ortadoğu’da emperyalistlerin tehlikeli senaryoları bitmiyor. Örneğin Kürt devletinin kurulması ihtimali hep kapıda,
Batının şımartıp arkaladığı Yunanistan’la olan silahlanma yarışında, ülke kaynakları silah tüccarlarının kasasına akıyor
Batılı ülkeler her fırsatta ve alanda Türkiye’ye kırmızı kart göstermenin peşinde.
BİZ NE YAPIYORUZ?
Iraklı Şii dini lider İyad Cemaleddin diyor ki: “Irak'ı laik bir anlayışla Iraklı bir Atatürk kurtarabilir. Ama bizde bir Atatürk yok !”
Biz ise çoktan. T. C.’ninkuruluş - fabrika ayarlarını sildik.
Atatürk’ü itibarsızlaştırma, unutturma çabaları sürüyor.
Atatürk heykelleri her gün saldırıya uğruyor.
Demokrasi çiçek tarlasının üstüne çelik bir ağ sermenin peşindeyiz.
Yani bilerek ya da bilmeyerek 851 yıllık parantezi 100 yıllık bir süre ekleyerek yeniden açmaya çalışan Batılı Medeni (!) ülkelerin ekmeğine yağ sürüyoruz, yardım ediyoruz.
NE DİYELİM?
Onların dışarıdan, bizim içeriden yıkamadığımız Cumhuriyetimiz var olsun!