Bir kez daha üstüne basa basa söylüyorum: Din, özellikle laik olmayan özgürlük ve demokrasinin yer verilmediği bir toplumda insanları cahilleştirmenin, cahil insanları yönetmenin en geçerli siyaset aracıdır. Bu tür toplumlarda din soru sordurmaz, sorgulatmaz, şüphe ettirmez, eleştirtmez, düşündürtmez, aklı devre dışı tutarak, insanın iç ve dış âlemini sadece Allah’la ve onun kelamıyla açıklar, insanı yaşadığı duruma biat ettirmek esastır.

Bu görüşümün ‘ateizm’le yani inançsızlıkla hiçbir ilişkisi yoktur, öncelikle bunun altını çizmek isterim. Şundan son derece eminim; eğer ‘inan’ ilk insandan bugüne insan için bir direnme ve mücadele gücü olarak kabul görmüşse, din de bu ‘inan’ın bir ‘izahat’ biçimiyse, bunun insan aklıyla ve vicdanıyla bağdaşık tutmak son derece hakikattir. Laik olmak da bu demektir zaten. Bu tutum, insanın özgürce düşünmesine demokrasiyle birlikte yaşamasına hiçbir engel teşkil etmez, aksine insan yaşamının anlamını realiteye uydurması demektir.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte, bu noktada epey badireler atlatmış bir ülke sayılırız. Fakat batı toplumlarıyla kıyasladığımızda, özellikle “sekülerleşme” bağlamında toplum olarak bu durumun pek fazla bedelini ödemediğimiz düşüncesindeyim. Meselenin idrakine varacak bir takım gerçeklikleri, henüz yeni yeni yaşamaktayız. Daha düne kadar neyin iyi, neyin kötü olduğunu dini referanslarla ölçerken bugün iyiyi ve kötüyü aklın ve vicdanın terazisine vurarak ölçme yoluna gidebiliyoruz. Hemen yanı başımızda, Suriye muhalif cephesi içinde yer alan İslamcı “El Nursa” ve “El Kaide” gibi “şeriat” isteyen grupların işlediği ve işlemekte olduğu insanlık dışı cinayetleri göz önünde bulundurursak,  içinde bulunduğumuz zamanın, bu konuda gerçekliği bilgiye dönüştürebilecek bir avantaj sunması bile telafi edici değildir.

Son 15 yıldır, bu topraklarda yaşanılanlara baktığımızda, İslam dininin bireyi cahil bir şekilde tasarımlamaya çalışan uygulamalarıyla karşı karşıya olduğumuz açık bir gerçek. İki şekilde yapılıyor bu: Birincisi devlet eliyle, ikincisi “cemaatler” ve “tarikatlar” aracılığıyla.

Devletin dini olmaz desek de, cumhuriyet devleti “laik” bir devlet tanımlamasına rağmen, kurulduğundan beri inanç alanından kendini hiçbir zaman alıkoymamıştır. Din ve devlet, din ve birey ilişkileri Osmanlı da nasıl yürütülüyorsa, cumhuriyet yönetimi süresince yine aynı paralelde yürümüştür. Devlet – cemaat - tarikat ilişkileri bunu tamamlayan ikinci örnek boyuttur. Cumhuriyetin dine müsamaha gösteren niteliğine rağmen, cemaatler ve tarikatlar daima devrede olmuş on yıllarca devletle iç içe faaliyet yürütmüşlerdir. Atatürk’ün de içinde yer aldığı “İttihat Ve Terakki’nin  kurmuş olduğu “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” bu konuda  önemli bir örnektir. Bu cemiyetin kurucuları arasında ‘Bediüzzaman Said Nursî’nin olması pek tesadüf değildir. Zaman zaman bu zatın Mustafa Kemal’e ve cumhuriyet yönetimine “fikirdaşlık” yaptığı bilinen bir gerçek. Bugünlerde dilimize hayli ‘pelesenk’ olan bir deyimle söylersek sahip olduğu örgütlenme ve misyonu gereği Cumhuriyet Devleti’ne daima “paralel devlet” işlevi görmüş, zamanı geldiğinde de daima yürürlükte tuttuğu o “ şeriat devleti” isteminden ve hareketlerinden kaçınmamıştır. Bu zatın şimdiki ardıllarının da ondan pek bir farkı yoktur.

Sözü getireceğim yer şurasıdır: Bugün devlet ve toplum düzeyinde haftalardır süren bir tartışma söz konusu. İktidarda bulunan AKP Hükümeti,  ta başından beri işbirliği ve siyaset ortaklığı yaptığı Fetullah Gülen Cemaati’yle çatışmaya girmiş durumda. Çatışmanın temelinde yatan, var olan devlete rağmen “paralel” bir devlet oluşumuyla iktidarı tehdit eder bir boyuta gelmiş olması! Doğru mu? İnkâr edilecek hiçbir yanı yok. Olay esas olarak çıkar çatışması gibi görünse de öyle değildir. Cemaatler ve tarikatlar, yukarda da belirttiğim gibi cumhuriyet kuruldu kurulalı ‘din-i bütün bir insan ve toplum yaşayışı’ emellerinden asla vazgeçmiş değillerdir. Her yazdığım yazıda mutlaka değindiğim gibi olay, yaklaşık otuz yıldan beri özel okullardan, ışık evlerinden, dershanelerden devşirilen “altın nesiller”in yöneteceği “İslami bir toplum modeli” olayıdır. Yani mesele, çağa uygun bir tür “Şeriat Devleti”ni oluşturma meselesidir. Bu işte emperyalizmin parmağı olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Geçmişte Said Nursî’nin, İngiliz istihbaratı tarafından bugün ise Fetullah Gülen’in ABD istihbaratı tarafından el altında tutulduğunu bilmeyen yok.

Şunu demek istiyorum: Fetullah Gülen Cemaati’ni ve ‘AKP İktidarı’ çekişmesini anlayabilmek için TC’nin geçmişine iyi bakmak gerekir. TC tarihinde cemaat ve tarikatları hiçbir zaman siyasetin dilinden bunları ayrı tutmak söz konusu olmamıştır, olamamıştır. Baktığımızda AKP ve başında bulunan ekip sanki cemaat yapılanmasına karşı duruyormuş gibi bir izlenim vermektedir. Herkes biliyor ki, AKP ta başından beri hem bu cemaatle hem de diğerleriyle haşır neşirdir. Öyle ki, Fetullah Gülen cemaatinden daha tehlikeli boyutta devleti sarıp sarmalamış, hatta “silahlı milisler” halinde örgütlenmiş diğer cemaatlerle, ‘Menzilciler Grubu’ diye tabir edilen cemaatle, ‘Süleymancılar’ grubuyla, ‘İsmail Ağa Cemaati’yle ve irili ufaklı iktidara ve iktidar nimetlerine biat etmiş diğer cemaat yapılarıyla el eledir, kol koladır. Mızrağı küçük bir kılıfa koyarak kendini örtbas etmek beyhudedir.

Sorun, ‘Burjuva Devlet Teamülü’ gereği cemaatlerin ve tarikatların toplum sathında “meşru” olarak kabul edilip edilmeyeceğidir. Ben kendi adıma bunların sosyal bir yapı, sivil bir toplum örgütlenmesi olduğu kanaatinde değilim. Bunlar iflah olmaz baş belası, insanlık dışı, karanlık yapılardır; yasadışı örgüttürler kısacası. Yapılması elzem olan, cumhuriyetin hala yürürlükte olan bir yasası vardır;  1925 Medeni Kanun’da ve sonra da 1961 Anayasası’nda yer alan ve 12 Eylül Anayasası ile devam eden anayasanın 174. maddesinde ki “Tekke ve Zaviyeler Kanunu” derhal işletilmesi, bunun devrim mücadelesinin bir parçası olması gerektiği düşüncesindeyim.