Kozlu arasındaki sahilde Karadeniz’e bir hançer gibi sokulur Balkaya kayalıkları. Üstüne baktığınızda kayalarda griyi, defnelerde yeşili, denizde maviyi, dalgaların köpüklerinde ise beyazı, tüm güzelliği ve en doğal görünümüyle görebilirsiniz. Martıların çığlıkları bu görkemli güzelliğin doğal orkestrasıdır dalgaların sesiyle birlikte. Bazan mis gibi kokularıyla defneliklerden fırlayan haşarı birkaç dal yapraklarını sallandırır denize doğru. Yeşille mavinin kucaklaşmasıdır bu görünüm. Bereketli Karadeniz’in balıkları kuyruklarını suya vurarak doğanın bu cümbüşüne ritim tutarlar çoğu zaman. Ama bir oltanın sallantısı yerine, korkunç bir dinamit patlamazsa tepelerinde..
Orhan Veli’nin “Balkaya’dan Kapuz’a kadar” dizesi o yılların kent sınırlarını belirler sanki batıdan doğuya. Ben ise bu kayalıklara baktığımda hep “yalçın kayalıkların göklere yükseliyor” dizelerinin de yer aldığı bir okul şarkısını anımsarım. Al bu dizeyi koy Balkaya’nın yanına. Bir de öyle bak o yalçın kayalıklara denizden!.. Şarkıdaki “yalçın kayalıklar” Ilgaz dağlarını anlatıyor tüm şiirsellikleriyle. Balkayası öyle mi ya?..
Bizim Çelikel’deki öğrencilik yıllarımızda, daha önceleri ve sonraları da hep “Aşkların ve intiharların mekanı” olarak bilinirdi bu kayalıklar. Aşıklar, babaların ve ağabeylerin gözünden, öfkesinden uzakta, ancak bu kayalıkların kuytularında tutabilirlerdi birbirlerinin ellerini. Bu kayalıklara sığınarak, saklanarak yaşayabilirlerdi gizli mutluluklarını duyduğumuz kadarıyla. Başardıklarında mesele yok! Deniz onlara en güzel aşk şarkıları mırıldanır kayalıklarla buluştuğu yerde.. Kuşlar mızıka çalar defneliklerde.. Başaramadığında ise düşün o dalgaları.. Yuvarlana yuvarlana gelir açıktan.. Yükselir, yükselir.. ve bir büyük hınçla patlar kayalıkların üstüne..İşte babaların, ağabeylerin öyle bir gazabına uğrayabilir ceylan yürekli gençler!..
Balkaya her ne kadar binlerce aşka, sevdaya mesken olmuşsa, bir o kadar da düşlerin dal aradığı yer olmuştur tutunacak.. Bahtsız, umutsuz, yüreği kanayarak kendini bırakan gencecik fidanların beyaz köpükler sarmıştır bedenlerini gelinlik yerine çoğu kez. Tüm Balkaya kara ağıtlara bürünür o zaman. Kayalıklar, defneler, martılar, kelebekler ve tabii ki balıklar küserler sanki yaşama.. Balkaya kayalıkları gibi ürkütücü ve korkunç bir sessizlik kaplar doğayı. Yaşamı derin bir ağıt kucaklar..
BALKAYA’DAN KAPUZA KADAR
Doğan Şadıllıoğlu, Ertan’ın meyhanesinde Orhan Veli’nin şiirlerini okuyarak merak duyduğunu anlatmıştır şiir yazmaya. Garsonun “çek bir Arjantin!” diye sipariş ettiği beyaz köpüklü birasını yudumlarken içkiden çok şiirler çarpmıştır Doğan’ı.. Orhan Veli ise 1944 yılında gelmiştir Zonguldak’a. Arkadaşı Oktay Rıfat’ı ziyaret etmektir geliş nedeni. “Garip Şiiri”nin önemli ismi Oktay Rıfat askerliğini yapmaktadır o dönemde Zonguldak’ta. Ama büyük şairin 1946’da yayınladığı “Destan Gibi” adlı kitabındaki “Yol Türküleri” adlı uzun şiirinin dizelerinde de yerini alır “Balkaya”.
“Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz’i
Balkaya’dan Kapuz’a kadar.
Karış karış biliriz biz bu şehri;
EKİ’nin çiçekli bahçeleri
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla
Paydos saatlerinde yollara dökülen
Sarı benizli insanlarıyla”
Şair İlhan Geçer ise 1949’da gelmiştir Zonguldak’a. Türk Büyüklerini Anma ve Yaşatma Derneği, Başkan Tahir Karauğuz’un girişimiyle, 29 Mayıs 1949 günü, Ankara’dan davet edilen ve Zonguldaklı sanatçıların da katıldığı bir “Sanat Günü” düzenler. Trenle Ankara’dan gelen 20 şair arasında İlhan Geçer de vardır. Tanınmış adların bulunduğu şairlere, Zonguldak’tan Saffet Onur, Mehmet Ertugay, Yılmaz Biçer, Ömer Faruk Verimer katılır. İlhan Geçer’in daha sonra yazdığı “Zonguldak Üstüne” adlı şiirinde de “Balkaya” kentin simgesi olarak yerini almıştır dizeler arasında..
“Esmiyor karayel esmiyor
Defneler kıpırdamıyor
Karadeniz inadına sakin bu akşam
Şarkılar uzayıp gidiyor
Balkaya’dan Kapuz’a kadar
“Nereden sevdim ben o zalim kadını”
Sahil kahvelerinde
Balıkçılar dinliyor bu şarkıları.”
Halim Yağcıoğlu 1950’li yıllarda Zonguldak Ticaret Lisesi’nde öğretmendir. Edebiyatımıza Samanyolu (1942), Anzelha (1955), Kasım Rüzgarı (1955), Destan Türk (1973), Altın Günlerin Eşiğinde (1976) adlı şiir kitaplarını kazandırmıştır. Şiirseverler onu daha çok; “Siz beni halâ anlayamadınız. / Ve anlamayacaksınız çağlarca da.../ Hep tutturmuş 'Yıl 1919, Mayıs'ın 19'u' diyorsunuz./ Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz./ Mustafa Kemâl'i anlamak bu değil,/ Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil”. dizelerinin yer aldığı, salonlarda, alanlarda sürekli okunan “Atatürk’ten Son Mektup” adlı şiiriyle anımsayacaklar.
Yağcıoğlu, Ticaret Lisesi’nde öğretmenlik yaparken Zonguldaklı duyguları da yaşar dizelerinden anlaşıldığı kadarıyla. 1955’de yayınlanan “Anzelha” adlı kitabında bulunan “Bir Aşk Şiiri” adlı şiirinde “Balkaya” da yerini alır dizeler arasında..
“Sonra Kapuz’u dinledim
Balkaya’da parçalanan dalgaları
Sırtımı bir kiraza dayadım
Düşüncenle serinledim”
Atılay D. Demiroğlu’nun bir eli bine yakın şarkıyı tutar “Türk Sanat Musikisinden Bin Güfte” adlı kitabıyla. Bir eli Kurtuluş tarihimizi eşeler “İki Destan” adını verdiği destansı şiirlerle.. Sonra Karadeniz’in coşkun dalgalarını valse kaldırır “Rüzgarın Valsi” adlı kitabında topladığı şiirleriyle. Bu kitapların sahibi Atılay D.Demiroğlu, yaşamının büyük bir bölümünü Zonguldak’ta geçirdikten sonra Kdz.Ereğli’ye yerleşir. “Zonguldak ve Çocukluğum“ adını verdiği uzun şiiri, onun Zonguldak’taki çocukluk ve gençlik günlerinin notasız senfonisi gibidir adeta.
“Balkaya, çok iyi balık yapardı
Ocaklardan çalınmış dinamitlerden
Kısa fitilli yapıp atarlardı denize
Balık sürülerinin üstüne
Denizin yüzü balıklarla dolardı
Biz yüzer, dalar, toplardık
Alamadıklarımız olurdu çok derinlerde
Deniz dibi bembeyaz görünürdü
Sırt üstü yatmış beyaz karınlı balıklardan”.
… Atılay D. Demiroğlu
Karadeniz’e bir mahalle delikanlısı gibi efelenen ve kafa tutan bu “yalçın kayalıklar”a neden “Balkaya” adı verildi acaba? Bu soru henüz boşlukta sallanıyor çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Elimizde iki kaynak var bu konuda. Birincisi, Dr. Abdullah Cemal’in 1922 yılında yayınladığı “Zonguldak Sancağı” adlı kitabında sözünü ettiği “Bal Baba” söylencesi.
Bu konuya geçmeden bir-iki bilgiyi daha aktaralım burada: Behçet Kalaycı’nın “Bir Zamanlar Zonguldak” adlı yazısı, “Balkaya dimdik inerdi denize Mağarasını deniz kuşları mesken edinmişti. Yeşil defne seli dağlardan denize doğru süzülüp akardı.” diyerek Balkaya’yı tanımamıza katkı sağlar.
“Balkaya” adı, o yıllarda işyerlerine de ad olarak konulabiliyor: “1940’lı yıllarda“Balkaya Pastanesi” adıyla bir pastane bulunmaktadır şimdiki İş Bankası’nın bulunduğu yerde. Bu pastanede Halkevi’nin genç aydınları oturur”. Bu pastaneyi diğerlerinden ayrılan özellik ise, okuyan, araştıran gençlerin buluştuğu bir yer oluşudur. Halkevi’nin gençleri bu pastanede buluşarak düşün, sanat, edebiyat söyleşileri yapmaktadırlar kendi aralarında..
BAL BABA SÖYLENCESİ
Zonguldak’ta Kozlu sahil yolunda bulunan Balkaya kayalıkları, aşktan, sevdadan, ölümden yana çok yaşamsal gizleri saklamıştır kayalarının kovuklarında. Denize doğru dik olarak inen ürkütücü kayalıkların altı-üstü neleri gizliyordur kimbilir? Bu kayalıklara neden Balkaya adının verildiği ayrı bir araştırma konusudur. Balkaya ile ilgili çok eski bir söylence ise şöyledir:
“Zonguldak ve Kozlu arasında ‘Balkayası’ denilen deniz kenarında hemen şakuli (dik) bir kayalık hakkında efsaneler vardır. Halk burada fırtına geceleri ‘Bal Baba’ tarafından gemicilere işaret makamında ateş yakıldığı ve binaenaleyh bu korkunç mevkiide hiçbir kaza-i bahri (deniz kazası) olmadığı hakkında bir kanaat vardır.
Bu kanaat, ihtimal öyle fırtınalı zamanlarda ya yıldırım ile ağaçların yanması veya kayaların aralarında çobanların ateş yakması, yahut pek yüksek olan bu kayalara dalgaların çarpması ile hasıl olan su kabarcıkları silsilesi asarından olsa gerektir.”
BALKAYASI BALI
Buraya neden “Balkaya” adının verildiği konusunda Hüseyin Şeker Ağabey de kendi çocukluğundan süzülen bir anısını Pusula gazetesinde anlatarak çok ilginç bilgiler verir.
“Eniştemle bir gün sandala bindik, kürek çekerek Balkayası’nın oraya geldik. Eniştem yanında getirdiği büyük bir kavanozla denize daldı. Ben balıkları seyrederken eniştem dolu bir kavanozla sudan çıktı.
Bu kayalığın (Balkayası) altından dolanarak geçilince, ufak bir mağaradan su üzerine çıkılıyormuş. O mağaradan dikine gökyüzüne uzanan minare gibi bir yarık varmış. Bu yarığın içine arılar yenilen cinsten bal kovanları yaparlarmış. Bu kovanlardan aşağıya bal akarmış veya damlarmış. Eniştem kavanozu bu balla doldurmuş.
Bu yarık şimdi üstündeki tesislerle kapatılmış. Deniz dibi de dolmuş. ‘Balkayası’ ismi buradan gelir.”
BALKAYA KATLİAMI!
Bu son cümleyi okuyunca hani bir türkü vardır, “açma yarem kan gider” diyen, işte şimdi onu söylemenin zamanıdır. O cümle Zonguldak doğasının süreç içinde nasıl korunamadığını da anlatıyor bize.
Ne diyor Hüseyin Şeker: “üzeri tesislerle kapatılmış, dibi de dolmuş..”
” Demiroğlu da “Balkaya çok iyi balık yapardı” diyor bir dizesinde.
Önce Kozlu yolu yapıldı. Çevrenin doğallığı büyük ölçüde zarar gördü o sıra. Sonraki süreçte oralara tesisler(!) kurulmağa başlandı.
Balkaya’nın mağarasını mesken edinen kuşlar ne oldu acaba, bilen var mı?
Ya dağlardan denize doğru akan yeşil defne seli ne olmuştur, gören var mı?
Ya Şeker’in anlattığı mağaradan yeryüzüne yükselen ve bal arılarının kovan yaptığı kaya yarıkları nereye gitti dersiniz?
Ya Demiroğlu’nun sözünü ettiği balıklar? Ya balıklar…?
Düşünelim de hiç olmazsa kalanları kurtaralım en iyisi…
BALKAYA’NIN EKMEĞİ!
1960’lı yılların başlarında biz üniversite kapılarına giderken Zonguldak’tan, yeni sesler duyulmağa başlanır Balkaya çevresinde. Soğuksu’da 1957’de kurulan lavuarda, ocaktan çıkarılan kömürler temizlenmeye, ayıklanmaya başlanır taştan topraktan. Kömürden ayrılan maddeler (curuflar) bir bant üzerinde Balkaya çevresine kadar getirilir ve deniz kenarına dökülür. Bu durum ise yeni bir işkolu yaratır o bölgede. Sahile dökülen atık maddeler içinde kömürlerin de bulunduğu görenler, kendi gereksinmeleri için ayıklayıp toplamaya başlarlar bu kömürleri. Derken iş gelişir ve toplama ekipleri, kampları kurulur kadın-erkek, çoluk-çocuk. Çuvallara doldurulan kömürler satılmaya başlanır. Bir çok aile de bütçelerine destek yaratır buradan.
sürer bu durum. Binlerce insan, “sebeplenir” kömür toplama işinden. Lavuarın kuruluşundan 50 yıl sonra değişen politikalar sonucu TTK asıl görevi olan kömür üretme işini çok az düzeye indirir. Tesis yaşlanmıştır, iktisadi değildir artık. Bir kambur da bu çirkin görünümlü lavuardır Zonguldak’ın sırtında!. Kentin önünü tıkamıştır!. Bu gerekçelerle bu kez yıkmak üzere ilk kazma vurulur Lavuar tesislerine. Kazanılacak alanda ne güzel rant kapıları açılacaktır!. Yıkılmalıdır tez elden. Öyle de yapılmaya başlandı aslında. Ancak, başta Mimarlar Odası olmak üzere kentin sivil toplum örgütleri bu “sanayi mirasını” yıktırmamak, yeni bir düzenleme ile kente kazandırmak için karşı çıktı yapılanlara. Yıkım durduruldu, “savaş artığı bir görünüm” kaldı ortada. Şimdi üç kule ve yıkık bina kalıntıları kaderini beklemektedir lavuar alanında.. (Şubat-2009)