Asosyal medya lazım artık. Kadim sosyal ağlarımız facebook, twitter, integram, gmail, forum, ekşisözlük yeterli değil. İnternette kaçabileceğin kimsenin bilmediği solucan delikleri olmalı. Amerika bile oraya nüfuz edememeli. Örneğin daha önce kimsenin keşfetmediği bir ada bulmuşçasına sevinmelisin. Ya da ilk kez bulunan bir mağaranın ilk konuğuymuşçasına bu huzuru yaşayabilmelisin. Orada daha önce kimsenin olmadığı bir özgürlük hakkı ile mesela “beğenmedim” butonun olur; örneğin haykıracağın ama kimsenin duymayacağı tıklamaların olur Munch’un ‘Çığlık’ da resmettiği gibi, spontane… Seni deli zannedecekler diye korkmadan veya öyle zannetmek kaygın olmadan… Vicdanın seni dağıtabilir, ancak kaçabilirsin, vicdanına değen butonların olmalı; herkese, her şeye, kendine bile sövebilirsin, buna hakaret, ihtar veya takip gelmeyeceğine dair garantilerin olmalı. İnternette yaşıyoruz, bunlar olmalı ya da “sevmeli mi, sevilmemeli mi/ yoksa hiç beğenmemeli mi/ ama ben beğenmezsem/ hiç konuşmam ki*” (*Bülent Ortaçgil).
Ey sanal dünya! Artık yüzleşin kendinizle! Bir olay olur, hepimiz bilirkişi! Yok, benden başkalarının bilmediklerini de söyleyemem, bakınca gerçekten de herkes o kadar çok şey biliyor ki, başım dönüyor. (Dönüyor başım yine, yine başım dönüyor*Kayahan)
Aslında herkesin pek çok şey bildiği bu yenidünyada işine geldiği zamanda bilmezden gelmesi yani tecahül-i arif sanatını icra eylemesini özgüven eksikliğine de bağlayamıyorum. Bir şekilde insanın kendini garantiye alması, duruma ayak uydurmayı becermesi ve bilse de bilmezden gelmesi gerektiği bir dünyaya bağımlı yaşıyoruz çünkü. Herkes her şeye yetişemeyecek kadar dar zamana sahip. Hayat herkes için çok yoğun. Ya da bu bazıları için koca bi palavra! Kimisi için gerçekten de biz biran önce birinin değip de yere düşsün tuzla buz olsun, yerine daha pırıltılısını alırız diye baktığı alçıdan-bakmaktan sıkıldığın bir bibloyuz.
Nasıl bi dünya bu sanal dünya
Örnek: Bankacı krediyi verirken o kadar kesintiyi bankanın kendine daha çok kazandırmak ve en çok da kendisini garantiye almak için yaptığını müşteriye söyler mi? E, peki vicdan nerede? Ya da primden pay alan sigortacı imzalattığı poliçenin dezavantajlarına değil, faydalarına dikkat çekecektir satış yaparken. Hani ya dürüstlük?
Az çok tüccarız hepimiz. Günlük yaşam içinde idareten bir sürü küçük yalana uygun davranmasak adım atmak mümkün olmaz. Bütün bunları kaldıramayanların yani katlanamayanların müzisyenleri vardır. Bazıları intihar edip yazdıkları parça gibi çekip gitmişlerdir hayattan. Mesela Yavuz Çetin gibi: “Bana öğretilen her şey/ Bana önerilen her şey/ Bana dayatılan yaşantı/ İşe yaramaz bir çöplük
Yarattığınız sistemler/ Kullandığınız yöntemler/ Yaşamak istemem artık aranızda/ Yaşamak istemem istemem istemem
Belki de terslik bende/ Yapamadım bu düzende/ Kaçacak delik arar oldum /Sürüngenler şehrinde
Eğitilmiş köpekler/ Doymak bilmez maymunlar/ Yaşamak istemem artık aranızda/ Yaşamak istemem istemem istemem
Benden bir ruhsuz yaratmayı/ Nasıl başardınız?/ Benden bir hissiz yaratmayı/ Nasıl başardınız?/ Benden bir uyumsuz yaratmayı
Nasıl başardınız/ Benden sizden biri yaratmayı/ Nasıl başardınız?
Yaşamak istemem artık aranızda/ Yaşamak istemem istemem istemem”
Benden bir ruhsuz yaratmayı/ Nasıl başardınız?/ Benden bir hissiz yaratmayı/ Nasıl başardınız?/ Benden bir uyumsuz yaratmayı
Nasıl başardınız/ Benden sizden biri yaratmayı/ Nasıl başardınız?
Yaşamak istemem artık aranızda/ Yaşamak istemem istemem istemem”
Tanık idik, sanık idik
Hepimiz “bi alçakoğlualçak bizi gözetliyor evindeyiz ya artık”, işte bu doğrultuda bir şeyler bulmak amacıyla izlediğim gerçek hayattan uyarlanmış bir film var geçenlerde izlediğim. Fransa’nın ihracat yapılan bir liman şehrinde bir kadına tecavüz edilir ve öldürülür. Gece yaşanan bu olayı 38 kişi görür. Gecenin karanlığında hunharca katledilmiş bir kadın vardır ortada fakat suç mahallinde hiçbir tanık yoktur. Herkes cinayetin uyudukları bir sırada işlendiğini iddia etmektedir. Oysa gerçek öyle değildir ve herkes cinayet işlenirken, işitmiş, görmüş, ne ki harekete geçmemiştir. Hepsinin nedenleri vardır ama bir de yapay gibi duran vicdanları. Sözde hepsinin yaşanması gereken bir hayatları vardır ve bir de yaşadıkları hayatın özgül ağırlığının farkındalığı! Seyirciyi de “ben olsaydım ne yapardım” sorusuna iten bu filmi aslında her an yaşar olduk bizler ülkemizde. Her olay da her haksızlık da inanılmaz bir örtülenme. Hem şahit, hem sanık olmamak için kaçındığımız gerçekler bizi adım adım kovalıyor gerçekte. Bu filmi de etiketleyip, hatırlatmam o yüzden. Çünkü film vicdan, göze alma, sorumluluk, kovuğuna saklanıp bilmezden gelme gibi pek çok yaşadığımız güncel hali sorguluyor. (Filmin adı 38 Şahit. ‘38 témoins’Lucas Belvaux)
Filmden: (38 Tanık hakkında araştırma yapan gazeteci, cinayetin hikâyesini yazmak için başsavcıyı ziyaret eder. O sahneden)
Eyalet Başsavcısı: “Ne istiyorsunuz?”
Gazeteci: “Yargılamak istemiyorum, anlamak istiyorum.”
Eyalet Başsavcısı: “Herkes anlamak ister yargılamak değil. Hangisini istiyorsunuz? Yargılama olayın derinine inmektir. Her açıdan ele almaktır. Ya savunur ya suçlarsınız. Açık olarak, net olarak. Bu çok da kolay bir şey değildir. Neyse ki insanlarda yargılanmak istemezler, anlaşılmak isterler. (..) Peki ne öğrenmek istiyorsunuz? Bu gibi olaylarda herkesin sağırlaştığını mı? Nüfusun yüzde otuzunun sakinleştirici kullandığından tepki vermekten aciz olduğunu mu? Hatta tanıkların yüzde 25’inin olayı yanlış değerlendirdiğini mi? Ama hepsinden önemlisi halkın korkak ve duyarsız olduğunu mu? Sizin için hangisi önemli? Hepsi başlarını öne eğip mazeretlerinin arkasına sığınacak. Kendilerini ikna etmeye çalışacaklar, henüz etmedilerse. Bu çok anlamsız ve üzücü bir durum olacak. Neyi anlamaya çalışıyorsunuz? İnsanın ruhunu mu? Şu andakinden fazla bir şey elde edemeyeceksiniz. (..)”
Aslında işler burada da kalmıyor. Savcı toplumdan baskı gelmedikçe olayın üzerine gitmeyi yani olaya şahit oldukları halde susan 38 şahit hakkında soruşturma başlamasını gereksiz görüyor. (Bu da bir ört bas veya durduk yerde ortalığı karıştırmama amacı gibi düşünülebilir. Konuşmayı kabul eden ve diğer şahitleri karşısına alan ve olayı gördüğünü ama müdahale etmediğini itiraf eden şahit ile (kaptan ile) gazeteci bir araya gelir. (O sahne): Polise konuşan tek şahit olan Kaptan gazeteciye: “O halde siz yazın” der, “madem savcı üzerine gitmiyor, bu duyarsızların…” Gazetecide de kararsızlıklar başlamıştır: “Bilmiyorum, ne düşüneceğimi bilmiyorum. Birkaç saat önce biliyordum. Ama şimdi…”
Okuması için elde ettiği bilgilerden oluşan yazısını kaptana gösterir. Adam okur: “Neden yayınlamıyorsunuz?”
“Yayınlamam için onların mahkemeye çıkması lazım.”
“Ama bunlar gerçekler. Neden yazdınız?”
“Öfkeliydim.”
Ne kadar uygar bir toplumda olsanız da insanların benzer tepkileri oluyor. Kaptanın evi taşlanıyor mesela. Yalnızlaşıyorlar iyice. Hakarete uğruyorlar. Çoğunluk, ölenin ardından mum yakıyor, dua ediyor, kiliseye gidiyor, ahlıyor ama gerçekte ona yardım etmediklerini saklıyor, vicdanları ile yüzleşemiyor. ‘38 Şahit’ insanın içinde yaşadığı görece özgürlükler ve güvenlikler içinde nasıl tutsak ve güvensiz olduğuna dair sorgulatan yapıtlardan biri.
Ancak gerçek bir hikayeden alıntılanarak çekildiği belirtilen bu filmde sistem taşları rayına oturtmak için insanların cesaretsizliğinin üzerine gidiyor. Sistemin yaşanan cinayeti canlandırması gereken final sahnesi bir yüzleşmeyi dile getiriyor. Evet, cinayet sırasında çığlıklara sadece sinirlendiği için “sessiz olun serseriler” diye bağıran bir adam vardı. Cinayeti gördüğünde susup içeri kaçtı! Diğer 37 kişi ise sadece seyrettiler. Ve sonra uzun süre soruşturmayı yürüten görevlilere bir şey görmediklerini söylediler. Ta ki kaptanın vicdanı çalışıp nasıl çığlıklara yanıt veremediğini açıkça deklere edene dek. Kaptan cinayete giden kızı artık geri getirmenin imkansızlığını biliyordu ama üç maymunu oynayan diğer 37 kişi gibi de olayı içine atmak istemiyordu.
İçimize attığımız o kadar çok şeyin tepelere, dağlara dönüştüğü bu yığının altında kalmamızın an meselesi olduğunu düşünüyorum bazen. Toplumsal sessizliği duyuyorum. Tedirgin, ürkek bir halk.