Bu gün günlerden 21 Şubat 2023 Salı.
Zonguldak burası… Hani şu dillere destan Madencilerimizin deprem bölgesinde ki varlıklarıyla adını yeniden duyuran, emeğin, özverinin, sabrın ve yalnızlığın kenti. Namı diğer; Emeğin Başkenti…
Bugün pırıl pırıl bir güneşin altında yeni güne uyandı Zonguldak. Umut vadediyordu adeta gelecek güzel günlere. Kim bilir güzel günler diye bir gerçek vardır belli mi olur.
Yerin yüzlerce metre altında ekmeğinin peşindeydi kendini bildiğinden beri Madenci. Az sömürülmedi, az hor görülmedi, emeğinin elinden alınması için az örselenmedi doğrusu.
Ölüm kuyularında kendini riske atarken Madenci, sırtından geçinenlerin bir gün bile yüzü kızarmadı.
Zonguldak demek, Maden demek aslına bakarsanız bir nevi… Madencisi de olmazsa olmazı. Yakasından çekiştireni olsa da zor koşulların adamı onlar, pabuç bırakmazlar kısacası, tarih sayfalarında onurlu izleri vardır, bir göz atsın isteyen...
Acıyı derinliklerinde hissetti söylemi bir ironi değildir, bu şehir için acı öyle derindeydi ki bu yüzden sırça köşklerde saltanat sürmeyi bilmedi Zonguldak. Hoş böyle bir imkân da sunulmadı.
Tırnaklarıyla, kazması küreğiyle taşı toprağı işledi yıllardır Madenci. İmkânsızı imkânlı eyledi.
Bu yüzden acının olduğu her yerde köşeye çekilmeyi, uzaktan seyretmeyi aklına bile getirmedi deprem bölgesine koştu, taşın altına elini kolunu değil, bedenini koydu ve birçok yüzü güldürdü, güldürmeye de devam ediyor.
Gurur duyduk ne yalan söyleyeyim. Birkaç yıl önce bir Zonguldak Marşı yazıp bestelemiştim helal olsun Madencilerimize coğrafyamıza…
Herkes için yaşadığı coğrafya önemlidir, değerlidir elbette. Doğup büyüdüğü, dokusuna büründüğü, genlerine kadar sirayet ettiği özellikleri ile doğdukları topraklarda şekillenir insanlar. Coğrafi koşullar, coğrafi renkler, özellikler o çeşitlenmede etkili olur. İnsan olabilmek ve kalabilmek her koşulda aslında çok değerlidir, hele birine yardım eli uzatabilmek. Ne mutlu bize ve bizimkilere…
Zor zamanlardan geçiyoruz evet. Bir deprem ülkesiyiz diye her fırsatta nutuklar (!) ata duralım sağır sultan duymamakta ısrarcı ne yapalım. Hayır, yani duyanında kulağını büküyorlar ya vallahi şaşırıyor insan.
İki kere iki dört ettiğinden beri bilim de bilim diyor iş bilenler, bilmeyenlerde sağıra yatıyor pişkin pişkin.
Fatih Sultan Mehmet, Atatürk olmak kolay iş değil, matematik ve bilimden anlamak gerekir, biraz kafa yoracak yeti ister. Koca Mimar Sinan gibi öngörü sahibi olmak ister, köklerimize sahip çıkmak lafla olmuyor icraat gerekiyor kısacası.
Deprem bölgesinde ki acıları an be an takip ediyoruz, iki haftadır ekranlardan, sosyal medyadan eşten dosttan olumlu bir haber duyma isteğiyle dikkat kesildik birçoğumuz üzüntümüz ise tarifsiz.
Can kaybı yaşandı binlerce, her yitip gidene en az birkaç damla gözyaşı döktük ama ateşin düştüğü yerde ki kadar yanmadık, bu ruhun doğasına aykırı zaten. Kayıtsızda kalınmadı elbette buda insan yanımızın kıymeti…
Kayıtsız kalınan tek şey bilimin gerçeği sanırım. Bilimin izinde ortaya koyulan gerçekleri görmezden gelmenin faturasını günahsız çocuklar ödemiyor mu, bu sarsıntı çok daha büyük göçükler yaratıyor içerde.
Yağmur yağarken ıslanmamak için şemsiye tutmanın elzem olması kadar önemli ve hatta gerekli bilime kulak vermek a dostlar ama ne çare taşlaşıyor bazı insanların kalbi ve beyni zaman içinde, dolayısıyla anlatamıyorsunuz işin aslını.
Giydikleri zırh bilime karşı kalkan görevi yapıyor sanki o denli aşılamaz duvarlar örülüyor. Bilimin izinden gitmeyi öncelik edenlerin yanında, hurafelerle cehaletin gölgesine meyledenlerimizde var sözün özü.
Tarih bunları mutlaka yazıyordur kara sayfasına, gün olur ifşa eder kendini de bugünün acısına ve kaybolan yıllara ne faydası olur bilinmez. Ateş düştü yüreklere, acı, acıtmanın ötesine geçti biliyorsunuz işte. Acı aptallığımızla alay ediyor san ki.
Ahkâm kesmek değil mevzu, dertleşmek bir sonrası için ders çıkararak yol almak tabii yapabilirsek.
Eleştirmekten korktuğumuz için, şu kulağımızı tersten göstereceğiz diye, beynimiz kadar bedenimizde yamuldu. İyi de yanlışa yanlış demeye demeye, doğruyu taşlaya taşlaya her saniye daha da acımasız oluyor ve biz bin kere milyon kere ölüyoruz. Feryat eden onca insan şov yapmıyor değil mi?
Yanlış bu kadar yüzsüzleştiyse her birimizin bunda suçu var. Deprem, sel, yangın, bütün doğal felaketlerde aczimizin derecesini görüyoruz ve bir adım öteye gidemiyoruz. Bütün bu çaresizliğin yanında ne gariptir ki hayat yoluna devam ediyor, yaşamsal dürtülerimiz aktif olduğu için bizi de akışın içine dâhil ediyor haliyle.
Öyle ki…
Yaşıyoruz belki evet kalbimiz atıyor doğru, ağlıyoruz ve gülüyoruz aynı anda, yiyoruz içiyoruz, sevişiyoruz hatta velhasıl utanarak sıkılarak, hayatımızı idame ettirmeye çalışıyoruz buna mecburuz. Uzaktan yakından el veriyoruz acıya elimizden geldiğince ama olması gerektiği gibi hissetmemiz imkânsız.
Öylesine büyük ki acının düştüğü yerde ki ağırlığı, onu düştüğü yerden kaldırabilmek yaraları sarıp hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek de imkânsız. Bu yüzden haklı olarak olmuşa çare yok, olmadan önce çareler arayıp bulunsun telaşımız.
İBAN numarasıyla acıya merhem olunmuyor ki enkazı ortadan kaldırmaya yarıyor belki o da bir parça.
Bir diğer endişe duyulan mevzu ise baş gösteren öfke patlamaları… Bu korkuyu da delip geçecek kadar şiddet içeriyor. Bilmem farkın damıyız son dönemlerde daha çok kapımızı çalmaya başladı, insanların canı burnunda, sen ben kavgası, eleştiriler, yasaklar sinir uçlarını dürtüyor.
İnsanın içindeki deprem çok daha büyük hasar bırakıyor inanın, hele birde birbirimize bulaşırsa maazallah İBAN numarası da imdada yetişemez bu defa ki enkaz kalır yerde Allah korusun.
Burnundan kıl aldırmayanlar neden çok kızıyor peki? Kızmaları haklı değil haksız olduklarından mı acaba. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali.
Beceriksizlik cehaletten, tahammülsüzlük kibirden… Ben bilirim demeler ise sevgisizlikten.
On üçüncü yüzyılda yaşamış insanı yaratandan ötürü seven Mevlana, bu topraklarda kol gezen kini, öfkeyi, nefreti iyi ki görmedi. Hoş görü, hoş görmüyor artık bilesiniz.