‘’ İçe kapanım‘’ olarak anlamlandırabileceğimiz otizm, Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından, yaşamın erken dönemlerinde başlayan ve yaşam boyu süren, sosyal ilişki, iletişim, davranışsal ve bilişsel gelişmede gecikme ve sapmayla belirli nöropsikiyatrik bir bozukluk olarak tanımlanmaktadır.
Genellikle yaşamın ilk üç yılında belirtileri ortaya çıkan otizmin tanısının konulması oldukça güçtür. Öyle ki; otizmi tanılamak için gerekli bilgiler daha çok gözleme dayalıdır ve bu özellikler genellikle çocukta birşeylerin eksikliğine dairdir. Bu eksiklikler de çoğu zaman anneler tarafından farkedilir. Çocuklarının göz teması kuramadıklarını, tek tip hareketlerinin olduğunu, tek başına sakince birşeylerle oyalandığını, zamansız ve anlamlandırılamayan gülme veya ağlama nöbetlerinin olduğunu, etrafında insan istemediğini, hatta kendisinin bile ona dokunmasına tahammül edemediğini farkeden anneler birşeylerin yolunda gitmediğini anlarlar ve çeşitli arayışların ardından otizm ile yüzleşirler. Otizm tanısı ile yüzleşebilmek… dahası bunu kabullenemebilmek bir anne için oldukça yıpratıcı ve yorucu bir süreçtir.
Çocuklarını topluma kazandırmak adına zorlu bir mücadeleye başlayan anneler bu süreçte; kimi zaman çaresizlik, inkar, umutsuzluk, isyan; kimi zaman da umut, mutluluk gibi duyguları yaşarlar.
Otizmli bir çocuğun annesi olmak demek, bazen normal gelişim gösteren bir çocuğun, annesinin sinir krizleriyle tepki gösterdiği herhangi bir yaramazlığı, kendi çocuğunun da yapmasını gözyaşlarıyla dilemektir, beklemektir. Çocuğunun tek başına hayatını devam ettirebilecek yetilere sahip olması için tüm kapıları zorlamak, tüm engelleri aşmak demektir. Çabasını görmeyenlere, engelleyenlere rağmen hiçbir zaman pes etmemektir. Bazen o zorlu hayata, sırf kendisi gibi sıkıntı yaşayan annelere destek olmak için, onlarla deneyimlerini paylaşmak için, otizmli çocuğunu anlattığı bir kitap sığdırmak, imkanı olmayan çocuklarda kendi çocuğu gibi eğitim alabilsin diye özel eğitim merkezleri açmaya cesaret edebilmektir.
Bu mücadele otizmli çocukların annelerini en çok yoran ise genellikle toplumdur. Genelde otizmli çocukların dış görünüşleri normal gelişim gösteren çocuklar gibidir. Dolayısıyla otizmli bir çocuğu dış görünüş itibariyle algılayabilmek her zaman mümkün olmayabilir. İşte tam bu noktada, çocuklarının haklarını korumak adına annelerin toplumla savaşı başlar. Durumu idrak edemeyen, düşünemeyen insanların çocuklarının davranışından rahatsız olduğunu gösteren tavırları, düşüncesizce yaptıkları uyarılar, okullarda, parklarda özellikle yetişkinler tarafından dışlanmaları, otizmli çocuğa sahip annelerin çoğu zaman en büyük yıkımı olabiliyor.
Maalesef, insanlığın kanayan yarası önyargı, burada da devreye giriyor. Herkes kadar yaşadığı topluma ait olan otizmli çocuklar ve ailelerinin asıl ihtiyacı toplum tarafından kabul edilmek. Normal gelişim gösteren tüm çocukların sahip olduğu temel hakların, kendi çocuklarına da verilmesini istemek en doğal hakları.
Bizlere düşen ise, herkese rağmen, herşeye rağmen çocukları adına savaşan bu güçlü anneleri, özel çocuklarını farketmek, seslerini duymak, onları desteklemek, onları kabul etmek, yorulduklarında, kendilerini yalnız hissettiklerinde ‘’yalnız olmadıklarını’’ hissettirebilmektir…
Toplum olarak farkındalığımızın artmasına ihtiyacımız var ve tabii biraz empati, biraz saygı, biraz anlayış, biraz hoşgörü, biraz da tahammül temennisiyle…
Sevgilerimle…
Sultan UNCU