Dereboyu’ndaki evimizin önünde -sokak tarafında- bir su kuyusu, hemen yanında da büyük bir dut ağacı, sonra da sokak yolu vardı. Evimiz konum itibariyle Dereboyu sokağın ortasında gibiydi. İki kapısından biri yola, diğeri sokağa açılırdı. Bu yol, Temizlik Deresi’ne paralel olarak, Çarşı’dan ve “Mektep Bostanı” yanından gelerek bizim Dereboyu sokağı boydan boya geçer; Veliköyü köprüsü ayrımından sonra, bahçelerin yanından geçip, “Harman Yanı”nda ikiye ayrılırdı. Sağ tarafta dere boyunca giden yol, Veliköy altındaki Değirmenyanı’nı geçince, uzunca bir yokuştan sonra Balat Dağı eteğindeki Yaka köyüne ulaşırdı. “Harman Yanı”nda yolun diğer kolu; Çarşı’dan, Yeni Cami arkasından gelen eski Zonguldak yolu ile birleşerek, “Çamlık” ile “Sıracevizler” arasından geçip, Yaka köyünün yanından Güdüllü’ye, devamında Sofular/Sapça ve Kırat’a, sonra da Zonguldak’a kadar uzanırdı.
KAĞNI ARABALARI GEÇERDİ
Bizim çocukluğumuzda evimizin hemen önünde çok bozuk da olsa bir kaldırım ile öküz veya mandaların çektiği iki ve dört tekerlekli kağnı arabalarının geçebildiği dar bir yol vardı. Kağnı arabaları ile odun, zahire ve ağır yükler taşınırdı. Kimi zaman içine yatak konularak ağır durumdaki hastalar doktora götürülürdü. Düğünlerde süslenir, gelin arabası olurdu. Kağnı arabası köylünün en önemli aracıydı. Eve zahire boşaltınca yukarıki bahçelere kadar arabaya binmek, harman yerinde düvene binmek kadar keyflendirirdi bizi. Evimizin önünden geçen yolumuz, yağmur yağdığında çamur çökek içinde kalırdı. Yolun hemen altında ise Temizlik Deresi akardı Filyos Çayı’na doğru.
Dereboyu sokağa her Belediye başkanı bir şeyler yaptı diyebiliriz. Önce yol düzeltildi. Sonra çakıl döşendi(gayraklandı). Sonra Mustafa Çavuş Amca’nın evine giden köprünün baş tarafına dikilen bir direk üzerine aydınlatma amaçlı korunaklı gazyağı lambası konuldu. Bir bekçi her akşam gelir onu yakardı. Çaycuma’ya Elektrik trafosunun kurulduğu 1957’den sonra elektrik direkleri dikildi, sonra kabloları çekildi ve sonra elektrik verildi. Sonra yol yeniden düzenlendi. Dereye akan atıksu boruları kaldırılarak Belediye kanalizasyon hattına bağlandı. Dere ıslah edildi, kanala alındı. Yolumuzun genişlemesi ve düzenlenmesi köylere gidip gelen araç trafiğini de artırdı.
KUŞLARLA KAHVALTI
Dereboyu sokakta üç dut ağacı bulunuyordu. Biri bizim dut, diğeri azıcık aşağıda derenin kaşındaki Halise Ablanın dut ağacıydı. Parmak gibi iri meyveleri olan dutlardı. Öbürü de Karapürçekler’in Cemile Abla’nın evinin önündeki karadut-tu. Dutlara, yukarıda Veli köyüne giden ağaç köprünün yanındaki kırmızı dutu da eklemek gerekir. Ne güzel dutlar olurdu bu geniş gövdeli ağaçlarda. Özellikle dut mevsiminde sabahları bir parça ekmekle ağacın gövdesinden yukarı, ince dallara kadar tırmanır, bal tadında kızarmış parmak gibi dutlarla sabah kahvaltımızı kuşlarla birlikte yapardık. Ne keyifli günlerdi..
Dutlar iyice olgunlaşıp tatlanınca annem, ağacın altına “cav” denilen ince yaygı bezlerini yayar, ağabeyim veya beni ağaca çıkarır, iyice silkelettirirdi. Bizim yokluğumuzda ise aynı köyden oldukları için kendisine hala-teyze diyen Veliköylü gençlere, giymediğimiz pantalon, gömlek, kazak, bazan üç-beş kuruşvererek dut silkeleme işinihallederdi.Bu silkeleme sırasında parmak gibi olgun, kızarmış dutlar patır patır yaygılar üzerine düşerdi. Annem, bu dutları bir çok işlemden geçirerek ilkel araç ve gereçlerle saf ve katışıksız dut pekmezi yapardı. Bu işlem 3-4 saat sürerdi.Kış aylarında içine tahin de katarak ekmekle yenmesine doyum olmazdı. Şimdilerde ise “şifa niyetine” kullanılmağa başlandı.
SİMGE AĞAÇLAR
Bizim Dereboyu sokaktaki iki beyaz, bir kara dut Dereboyu sokağın simgesi gibiydi. Halise Abla’nın dut ağacı bizim evin önündeki dut ağacı ile aynı cinstendi. Vakti zamanı geldiğinde dutu silkelettirir, kendi evinin önüne taşıtır, orada pekmezini yapardı. Karapürçekler’in Cemile Abla ise karadut ile pek ilgilenmezdi. Sonraki yıllarda yol yapımı çalışmaları sırasında ne yazık ki bu üç dut ağacının da kesildiğini üzüntüyle öğrenecektim.
“simge ağaç”lardan Veliköyü ile Çaycuma arasındaki ünlü “Koca Meşe”nin de “yıldırım düşmesi” gerekçesiyle kesildiğini, yok edildiğini öğrendiğimde de aynı üzüntüyü yaşamıştım. Altıyüz yaşını aşkın olduğu belirtilen bu görkemli ağaç, Çaycuma’nın kuruluşuna da tanıklık etmiş olmalıydı. Perili-cinli diye korkudan yaklaşamadığımız, Koca Meşe’ye bir değil, on yıldırım düşse bir şey olacağını düşünmüyordum. Toprak (arazi) tamahkarlığı olsa gerek. Görüp yaşıyorduk ki nereye betonlaşma girmişse orada yeşil doğa yok oluyor.
Çarşı içindeki üç çınar ağacından birinin de hastalandığı, çürüdüğü gerekçesiyle kesildiğini öğrenmiştim. Bu da bir başka üzüntü kaynağıydı. Çarşı’nın ortasındaki, türkülere, şiirlere giren üç koca çınar da Çarşı’nın simgesiydi. Oysa Kdz. Ereğli’de “Çınaraltı” diye adlandırılan yerde 500 yıllık olduğu söylenen çınar ağaçları bakılıyor, ilaçlanıyor, yaşatılarak tarihe meydan okuyor. Bizde ise üfürük gerekçelerle vur baltayı. Oysa yeşil dokusu, Çaycuma’nın “Yoğurtçuluk” ünü ile birlikte “Yeşil Çaycuma” olarak en çok bilinen yanıydı. Çevrede bu özelliği ile de tanınmıştı.
Kentin doğasını koruma, aslında kenti, kentin tarihi dokusunu da korumadır. Orada yaşayan herkes yaşadığı kentten sorumlu sayılmalıdır. Bu bilinci kazanmalıdır. Ancak böyle olursa kentin doğal dokusu, tarihi, kültürü, güzelliği korunabilir. Kenti koruma sorumluluğu; önce orada oturanların, daha çok kenti ve kentin imkanlarını kullananların, sonra da Belediyenin işi olmalıdır.
İLGİÇ BİR KİŞİLİK: ÇAVUŞ AMCA
Halise Abla, Çavuş Amca’nın (Mustafa Çetin) eşi idi. “Mustafa Çavuş” denilince daha kolay tanınırdı. Çavuş Amca ile evlerimiz karşıkarşıya idi. İki ev arasından Temizlik deresi akıyordu. Çavuş Amca, ilginç bir kişilikti benim için. Çarşıya Dereboyu tarafından girişte iki çınar ağacının yanındaki Said Efendiler’in (Baruönü) eski evlerinin altındaki başta bulunan Kunduracı dükkanı önünde oturur görürdüm onu. Dükkanda Kurtlar’ın Sadık Ağabey kalfalık yapardı.
İlkokul son veya ortaokul birinci sınıftaydım sanırım. Bir ulusal bayram günüydü. Annem beni giydiriyordu. Bir ara gözüm karşı tarafa takıldı. Çavuş Amca koyu renkli giysisini giymiş, beyaz gömleği üstünde, traş olmuş, her zaman başında olan kasketini giymemiş, siyah dalgalı saçları taralı, ayakkabıları boyalı bir halde evden çıkmış, derenin üstündeki tahta köprüye doğru yürüyordu. Birden gözüme bir şey parıldadı. Dikkatli bakınca bu parıldayan şeyin Çavuş Amca’nın sol göğsü üstüne takılı “madalya” olduğunu farkettim. Bu görüntü hala gözlerimin önündedir. O madalyanın hikayesini hala merak etmekteyim.
Mustafa Amca, şimdiki ses yayma sistemlerinin olmadığı yıllarda bazan resmi ilan (duyuru) okurdu bir Yukarı Çarşı’da, bir de Aşağıki Çarşı’da. Eski deyişle “Dellallık-Tellallık” yapardı. Üç çınar ağacının altında bir yükseltiye çıkar, “Eyy Ahali!.. Duyduk duymadık demeyin!” diye başlar, kendisine verilen kağıttan okur, gür sesi çarşıyı doldururdu. Yukarı Çarşı daha genişti, dükkanlar Aşağı Çarşı’daki gibi birbirine yakın-bitişik değildi. Ama Çavuş Amca oranın da hakkından gelirdi. Anımsadığım kadarıyla, Yukarı Çarşı ortasında sanki bir kuyu vardı. Çavuş Amca, o kuyunun yanında bir taşın üstüne çıkarak okurdu duyuruları.
Biraz büyüyünce Mustafa Amca’nın bir tavla oyunu hastası/ustası olduğunu da görecektim. Onun tavla oynadığı yere yakın durur, karşısındakiyle nasıl ince ince dalga geçtiğini, şaka şamata içinde oynadığını görür, kahkalarla gülerdik. Ruhu şâd olsun, ışıklar içinde uyusun..