‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’
Birinci kitap (Atatürk’ün çevrilmesini ve müfredata sokulmasını önerdiği kitap), ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ (Yazarı: Grigory PETROV): Aslında bu kitap Finlandiya’nın uyanışı ve eğitim sisteminin nasıl harika bir ulus yapabileceği hakkında ama bize bu kısmı Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonra masal gibi geliyor artık. Milli eğitimde gelenin ağa gidenin paşa olduğu politikalar, YÖK ile süre giden baskı altındaki akademisyenlerin ülke hakkında etkin olamayışları ve dershanelerle yaşanan eğitim sektörü, giderek paralı bir eğitime doğru yol alış gibi durumlar… Yine de öyle veya böyle nasıl ayakta durursa dursun köklü bir eğitim sistemimiz var ve asla reel politikanın örtük müdahalelerinden azat olmadı. Öyleyse bu kitaba bakarken kendi gerçeklerimiz üzerinden bir değerlendirme yapmalı dedim. Çünkü kuzeyde bir yerde korunaklı bir Finlandiya ile dört tarafı ateş içinde Türkiye’nin şartları bir kere çok farklı. Yine de ilkeler açısından doğru neyse bulunmalı ve alınıp, uygulanmalı.
Türkiye içinde bulunduğu ikliminde tesiriyle zamanın kaçınılmaz tarihsel ve teknik gelişimlerinin etkisi ile yeni kapitalizm düzeyine kendini uydurmaya çalışıyor. Yani kapitalist düzen içerisinde bulunan tüm ülkelerin yaşadığı çelişkileri kendi gerçekleri ölçüsünde yaşıyor.
Yukarıdaki tespiti biraz açarsam, Cumhuriyetin kurucu unsurları ile süreklilik bağını kesmenin tehlikelerini sezdiğini varsaydığım AKP yönetimi bir yandan da yola çıktığı amaçlarını radikalden olağana taşıma döneminde artık. AKP politikaları ile varsıllıkları artan tabakanın bugünlerde en çok vurgulayacağı şeyin Türkiye’nin bulunduğu bölgede bir istikrar örneği olduğu ve bununda Sünni ve Müslüman olup da tek olmasının verdiği ayrıcalığın iyi anlatılması gerektiğinin ve saire iç reel politikada işlenmesi üzerine kurgulanacağını düşünüyorum. (Dış reel politikada bunu vurgulamak işe pek yaramıyor gibi görünüyor) Bu da genel olarak CHP, laiklik ve Atatürk vurgusunu dile getirdikçe, AKP, milli servetteki büyüme ve Türkiye’nin sözü geçen bir dünya gücü (pek tabii Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde- bir ikinci karizmatik lider daha çıkarmanın zorluğu) üzerinden sesini çıkartacağını çokça yaşayacağız demek oluyor.
Konunun özeti şu: Eski iç ve dış politikasına dönmek zorunda olan Türkiye yani “yurtta barış dünyada barış-Atatürk” ilkesini yeni görünürlülüklere uygularken, ülke gelirlerini arttırmak zorunda olduğundan ve dışa açık reel politikayı sürdürebilir kılmak zorunda olduğundan batı politikalarının Ortadoğu enerji havzalarına açılan kapısında verilen yeni vazifeleri yerine getirecek. Dış ve iç politikalarımızda yeni bir dönem açılmış mı? Hayır. Yeni bir anlayış var mı? Evet. Artık bu iç ve dış reel politikayı din üzerinden siyaset yapan bir iktidar yürütecek. Dış reel politikayı da dışarıya din faktörü olmaksızın laik ve Atatürkçü diye anlatmanın imkânı yok. Günümüz CHP’sinin de kendini adapte etmeye çalıştığı bu. Yurtta ve dünya da arkasında enerji savaşlarının olduğu görünürde Ortadoğu da estirilen terörün diplomatik lisanı da bu. Yani kaç lisan bilirseniz bilin ekonomi ve din lisanslarınızı da CV’nize ekleyin ki sağlam olsun.
Bu genel ve kapatıcı politikacı politikası oldukça koyu bir gölge olarak sık sık aslında ayrıntılarına inerek konuşmamız gereken birçok konuyu yine gölgeleyecek. İşçi ölümlerinin geçiştirilmesi, insanların yaşam şartlarının giderek daha da zorlaşması, doğanın hızla tahrip edilmesi, eğitimin yamalı bohça gibi istikrarsız bir görüntü vermesi, gençliğin gelecek kaygılarının bonzailere dolanması, İŞİD gibi unsurların vahşi psikopatlar yetiştirip bunu geri ihraç etmeleri durumu, tüm ülkede artan Suriye ve Iraklıların yani göçmen politikasının henüz daha oluşturulamamış olması, çözüm sürecinin her ana çözümsüzlük süreci gibi askıda kalmasının verdiği rahatsızlık ve saire ve saire… Aslında başımızı kaşıyacak halimiz yok! Kredi kartlarını nasıl kapatacağımızı düşünsek, bankaların yeni acımasız kalemlerini nereden bilebileceğimizi mi, elektrik parasında haksızlık yapılıp yapılmadığını mı düşünsek, petrole gelecek yeni zammın tüpün fiyatını artıracağını mı, eğitim masraflarını mı kafaya taksak yarın ne yiyeceğimizi mi ya da hepsini birden mi düşünsek, bugün tamam kurtardık da ya yarın ne halt yiyeceğimizi mi?
Yukarıdaki açıklamaların kitapla doğrudan hiçbir ilgisi yok. Bir kitabın konusuna baktım bir de bizim yaşadıklarımıza. Sonra kitabın değerlendirmelerinden birinde şöyle bir nota takıldım ve onunla bu kısmı tamamlayayım. Beyaz Zambaklar Ülkesinde yani Finlandiya’da ki eğitim vurgulanırken tarihsel bir alt yapıyı gözden kaçırmamak gerekiyor: “Altyapısı eskimiş ulusların bir zamanların çok güçlü kuruluşları olan örgütleri, düzenleri ve hatta yönetim şekilleri, her nasılsa zamanımıza kadar sürüp gelebilmiştir. Bugün yeterlilik ve geçerlilik değerlerini kaybetmişler ve günlük ihtiyaçları karşılayamaz duruma gelmişlerdir. “ Kaynak: Bilgi Team Eğitim ve Danışmanlık Hizmetleri, 25 Nisan 2012”
‘Küçük Ağacın Eğitimi’
İkinci kitap (Küçük Ağacın Eğitimi- Yazarı: Forrest Carter): ““Bay Şarap rakamların önemli olduğunu söyledi. Dedi ki, eğitim iki parçalı bir meseleymiş. Bir parçası teknikmiş, ki işinde nasıl ilerleyeceğin anlamına gelirmiş bu. Dedi ki, eğitimin bu ucu daha modern olmaktan yanaymış. Ama, dedi, diğer parçaya sıkı sıkı yapışsan ve değiştirmesen iyi olurmuş. Bu parçaya değer ver dedi. Bay Şarap dedi ki, dürüst ve tutumlu olmaya, elinden geleni yapmaya ve başkalarını önemsemeye değer vermeyi öğrenmişsen, bu her şeyden daha önemliymiş. Dedi ki, “Bu dersleri öğrenmemişsen, teknik parçada ne kadar modern olursan ol, gene de hiç mi hiçbir yere varamazsın. Doğrusu şu ki, bu değer vermeler olmadan ne kadar modern olursan, modern şeyleri kötülük, yakıp yıkma için kullanman mümkünden de ötedir.” Ki bu doğruydu.”” (Sayfa 201
Küçük Ağacın Eğitimi’nde ailelerin yaşlılarının deneyimleriyle büyüyen küçük bir çocuğun hatta Kızılderili olduğu için beyazlar arasında dezavantajlı olduğu bir dünyada çıkar hesapları bitmeyen beyazların açgözlülüklerine karşın direnen gözlemlerinin verdiği açık zihinle dünyayı yorumlayışı anlatılır. Ki (onun söyleyişiyle) bu doğrudur. Hepimiz bir dönem Küçük Ağaç’tık. Sezgilerimiz kuvvetliydi ve zihnimiz abuk sabuk şeylerle kirlenmemişti. Kendi köşeme uygularsam yazdıklarımı tarttığımda önce kendimin inanması gerekir bunlara.
Bundan 30 sene önceki Türkiye yayın dünyası kalmadı. Dünyadaki gelişmelerle birlikte bütünüyle algı yönetimi değişti. Şimdi “mış-miş” gibi yapan kendini tefe koyuyor. Çoğu köşe yazarından daha gaddar yazan yorumcular türedi. Bununla nicklerinin arkasındaki kendi dünyalarında en yoğunundan sert eleştiri yazıyorlar. Kaybedecekleri bir şey yok. Ne ki okuyanları olduğu sürece bir platformun niteliği düşükte olsa bir ucunu temsil ediyorlar. Bu yüzden köşe yazarlığı bu atıp tutturma dünyasının biraz daha ötesinde bir uzmanlık istiyor artık. Kültürel birikim, uzmanlık kadar belli bir etik kurgu, değer ölçüsü, araştırma becerisi gerektiriyor.
Yukarıda ki alıntıya göre köşe yazarlığının teknik kısmı daha çok hangi amaca göre yazdığın. (Sürekli bu konuda eleştirilmiyor muyuz, sen şucusun veya bunun adamısın!) Bu konuda yani teknik olarak ne kadar iyi yazarsan yaz eğer etik değerlerini yazına uygulamıyor, bir süzgeçten geçirmiyor, okurunun zekâsına kulak asmıyorsan, kendini geliştirmeye çalışmıyor, vicdanınla baş başa kalmıyor, gözlerini dört açmıyorsan yani Bay Şarap’ın dediği gibi: “Bu dersleri öğrenmemişsen, teknik parçada ne kadar modern olursan ol, gene de hiç mi hiçbir yere varamazsın. Doğrusu şu ki, bu değer vermeler olmadan ne kadar modern olursan, modern şeyleri kötülük, yakıp yıkma için kullanman mümkünden de ötedir.” Ki bu doğruydu.”
Eğitim yaşam boyu süren bir gerçeklik. Bunu kabul ettikten sonra beynimizin ve kalbimizin gelişimini dondurmamışsak eleme yapacağız. Eleştiri yapacağız. Tartışmalara katılacağız. En önemlisi okuma olayını hafife almayacağız. Sergilere gitmeyip sanat hakkında yazanlar gibi olmayacağız. Sanat, sanatçı ahkamı kesmek kolay. İki tane veciz sözü sıralayıp olayı kavra(mış) gibi yapmak ne kolay. Ama o kadar kolay olmayan bir şey var: Rağmen sanat, buna rağmen sanat. Bunu da insan konuşarak veya yazıp dökerek yapamaz. Kafasındadır o olay. Sana gülüp geçer.
‘Şeker Portakalı’
Üçüncü Kitap: Şeker Portakalı (Yazarı: José Mauro De Vasconcelos): Küçük Ağaç gibi Zezé’de büyüklerin dünyasına kabul edilirken büyük sınavlardan geçiyor. Örneğin acının ayağının bir cam tarafından kesilmesi demek olmadığını, sevdiğin, değer verdiğin birinin veya çocukluğun o saf güzelliğini yansıtan aklın yitirilmesi olduğunu yaşayarak öğreniyor.
Konuyu örneğin Zonguldak’ı sevmeye getirelim. Sevgimiz gerçek mi? Ya da bu sevgiye değer bilirliği ekleyebiliyor muyuz? Konuyu sanat ölçeğine çekeyim de kendi uzmanlık alanıma yakın hareket edeyim: Sergilere gideceğiz. SergiOdasının Doktorlar Caddesindeki ve Soğuksu’daki yerlerini öğreneceğiz. Güzel Sanatlar Galerisi’nin nitelikli sergilere ev sahipliği yapması için Kültür Müdürlüğüne baskı yapacağız. Güzel Sanatlar Galerisi’nin üst katındaki Köksal Toptan müzesinin (!) sakilliğini açık seçik vurgulayacağız, orada acilen Zonguldak’ı Yazan Yazarlar Müzesi kurulmalı diyeceğiz, açılışını İrfan Yalçın’a, Hamit Kalyoncu’ya yani yaşayan kalem üstatlarımıza yaptıracağız. Onların eşyalarını, belgelerini burada arşivleyeceğiz. Buranın bir kent müzesi olması için kapsamının genişlemesini takip edeceğiz. Belediye Kültür Merkezinin faaliyetlerini yakından izleyeceğiz. Buraya emeği geçen artık hayatta olmayan değerlerin arşivlerine de orada yer bulacağız. Üniversiteyi Zonguldak alanına kör sağır kalmaması için zorlayacağız. ZOKEV etkinliklerine katılım yapacağız. Okuyacağız ve tartışmayı geliştirmek için ne yapacağımızı bıkmadan düşüneceğiz. Belediye Meclisinin aldığı eski yapıları korumama gibi abukluklarını onların gözüne sokacağız. HES’lerle, termik santrallerle yapılan dayatmalara karşı duracağız. Bugünün ormanlık alanlarını, doğal ortamlarını yarına aktaracağız, ezilenin, çaresizin yanında olacağız. (Bir solukta bu kadar çok şey çıkıyorsa düşünün artık yapacak ne çok iş var!)
İçimizdeki Zezé veya Küçük Ağaç halen yaşıyorsa Beyaz Zambaklar Ülkesi için de halen daha umut var demektir.
Not: Bu 3 güzel kitabı tavsiye eden Yrd. Dç Cevat Eker Hocaya teşekkürler.