İnanın gına geldi, hepsinden vaz geçtim de, içine düştüğümüz bu kopkoyu cehalet öldürüyor bizi, estetik denen kavramla hiç tanışmayan zevksizlik kolumuzu kanadımızı kırmakla kalmıyor, soluksuz bırakıyor bir de. Her olayda, “Bu kadar duyarsız, bunca duygudan yoksun bir toplum haline nasıl geldik?” sorusuyla boğuşmak tüm enerjimizi tüketiyor. Çağdaş değerlerin çok uzağındaki bir ülkenin en temel hizmetlerin bile lüks sayıldığı kentinde yaşamak dayanılmaz yük haline geliyor artık…
Şaşkınım. İnsanlığın oluşturduğu değerlerden, çizdiği vizyondan, önüne açtığı yeni yoldan haberdar olmak, o tartışmalara katılmaktan vaz geçtim, nelerin konuşulduğuna bile kulağımızı kapatıyoruz. Okumuyoruz, izlemiyoruz, empati kurmuyoruz, anlamaya çalışmıyoruz en kötüsü de. Hem kel, hem foduluz. Bin türlü akılsızlıkla, ülkenin en güzel coğrafyasında imarı en bozuk, yaşam kalitesi en düşük kentini yapıyoruz, “Kimsenin aklına ihtiyacımız yok diyoruz” bir de. Sevsinler aklımızı…
TÜM DÜNYAMIZ ALAPLI VE DORUKHAN TÜNELLERİ ARASINDAN İBARET
Hale bakın, sorun çözmek nedir bilmediğimiz için, durmaksızın karanlıklar yağıyor kentin üstüne. Sığız alabildiğine, hiçbir şeye boyutuyla bakamıyoruz. Ufkumuz yok. Olamaz da, hayatın bilgisinden yoksunuz çünkü. Tüm dünyamız Alaplı ve Dorukhan tünelleri arasından ibaret. Dahası bu kadar yeri kucaklayacak ışıltıya bile sahip değil çoğumuz. Küçük dünyamızda mutluyuz. Kayboldukları adada İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğinden bihaber yaşayan Japon askerleri gibi bir yalanda mahpusuz çünkü…
Tepkisiz gözlerle izliyoruz hep birlikte, yöneticilerimiz, yıkmayı, yapmaktan daha çok seviyor. Yeni diye yaptıkları her şey doğanın, tarihi, kültürel varlıkların, kentsel birikimin tahribine dayalı Vandallıktan ibaret. Beceriksiz oldukları gibi basiretleri de tutulmuş resmen. Bir yanlışı başka bir yanlışla kapatmaya çalışırken daha büyük, çözümü hiç olmayan yanlışlar çıkarıyorlar ortaya. Sonucu da havası solunmaz, yolunda yürünmez, sokağında gezilmez çirkinin de çirkini bir kent olarak karşımıza çıkıyor…
ABİDEVİ OKULLARIMIZ YIKILIYOR, SEYREDİYORUZ
Bir de şu ikiyüzlülüğümüz yok mu? Yeraltındaki karanlıklarda ecelsiz ölen evlatlarımıza üzülüyoruz sözde. Bana sorarsanız hep birlikte taammüden cinayet işliyoruz. Her şeye olduğu gibi, tekniğe, teknolojiye, yüzlerce yılda oluşan madencilik geleneklerine sırt dönüldü, mağaralara çevrildi ocaklar. Hepimiz bildiği halde, oralara yeni kurbanlar yollanmasına ses çıkarmıyoruz. Çocuklarımızın kömür karası bedenlerini “kader mahkûmu” olarak kucaklıyor, timsah gözyaşları döküyoruz sonrasında da…
Abidevi okullarımız yıkılıyor, seyrediyoruz. Oradaki ayak izlerimiz birleşince kent oluşuyor oysa. En değerli topraklarımız peşkeş çekilip gübreliğe çevriliyor, yetinilmiyor, tek akarsu kaynağımız Filyos’un çevresinde pıtrak gibi sanayi tesisleri yükseliyor; iş aş umuduyla onaylıyoruz. Sanat eserlerimiz belediye eliyle tahrip ediliyor, yenen halt büyük bir arsızlıkla savunuluyor sonrasında da, bizimse, bir alkışımız eksik onlara. Allah’ın bu ne bitmez çile! Ne büyük azap! Bunca pespayelik bize reva mı yahu?