M.Çelikel Lisesi’ni bitirmiştim, 1961-62 yılı için üniversite sınavlarında da boy göstermiştim. İstanbul’da Hukuk, İktisat ve Orman Fakülteleri sınavlarına girmiştim.Tıp fakültesi sınavını ise salonu bulamadığım için kaçırmıştım. O yıllarda “merkezi sistem” olmaması nedeniyle her fakülte kendi kontenjanını (alacağı öğrenci sayısı) okul kapısına astığından, sınav sonuçlarını buradan doğru takip edememiştim. Hâlâ da bilmiyorum o yılın sonuçlarını. O öğretim yılında Çaycuma’dan kolayca yürüme gidip gelebildiğim Aliköy’de vekil öğretmenlik yapmıştım.
Üniversiteye gidemeyince 1962-63’de Kızılbel Köyünde vekil öğretmenliğe başlamıştım. Bu okul şanslı mı geldi nedir, bu yıl girdiğim sınavlarda DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kafadan kazanmış, askerlik tecili meselesi yüzünden hemen de kayıt yaptırmıştım. Okullar açıldığında Hukuk Fakültesine geçme imkanı da gelmişti önüme ama, ben “iyi bir edebiyat öğretmeni olma sevdasıyle” gitmemiştim.
O yıllarda Çaycuma-Perşembe arasında günde bir minibüs gelip-gidiyordu. O da mahkemesi olanları, doktora gelenleri veya kaza merkezinde işi olanları taşıyordu. Onu kaçırırsan doğru tren istasyonuna gidip, banliyö treni ile gelen işçi ve yolcuları bekleyen minibüsle gitme imkanı vardı. Perşembe’de minibüsten indikten sonra stabilize(kayraklı-çakıl döşeli) yoldan tabana kuvvet Koramanlar’a yürüyor, ordan tarla içindeki toprak patika yoldan karşıdaki Dursunlar köyü istikametine, Dursunlar’ın altından da Kızılbel’e çıkıyordum. Hele yağmurlu havalarda çamur içinde yürümek çok zor oluyordu, imanını gevretiyordu insanın! Ama dert etmiyorduk bunu, işin gereği sayıyorduk.
ŞAİR EVLENMESİ
Çarşı’da (Çaycuma) bir gün Muzaffer Ağabey(Çelik), “Takıma forma, futbol ayakkabısı almak lazım, ama kasada para yok sayılır” dedi. Kasa dediği Gençlik Kulübü kasası idi. Gençlik Kulubüne can feda idi doğrusu. Önce Fikret (Baruönü), Erkan (Özdemir)ve ben kafa kafaya verdik. Bir yıl önce M.Çelikel Lisesi’ne Veda gecesinde benim de rol aldığım “Şair Evlenmesi” adlı oyunu oynamıştık. Hatta, Aziz Nesin’in “Bitmeyen Yolculuk” adlı öyküsünü Karadeniz aksanıyla oyunlaştırmıştık. Bunları bir de burada oynayabilirdik.
Şair Evlenmesi’nde ben şair Müştak Bey’i oynayacaktım. Ebullaklaka’yı kim oynayacaktı, tabii ki Reşat Bilgin. Atak Ese(bekçi) Celal Köktürk, Batak Köse(Çöpçü)Tümer Peker, Hikmet Efendi’yi Erkan Özdemir. Habbe Kadın ile Ziba Hanımı nerden bulacaktık? Kız arkadaşları sahneye çıkaramıyorduk! Bizler ve kız arkadaşlar için mesele yoktu da, “Elâlem ne der” baskısı önümüzü tıkıyordu. Büyüük araştırmalardan sonra(?) onu da hallettik. Habbe kadını kara bir çarşaf giydirip, yüzü belli oranda kapalı, gözlüklü Olcay Tekin, Ziba Hanımı da içinde pijaması, üstünde entarisi, onun üstünde hırkası, kolunda küçük çantası, yüzünün yarısını kapatmış bir halde Güneş Müftüoğlu. İkisi de konuşma seslerini rollerine göre değiştirmişlerdi. Şairin sevgilisi Kumru Hanımı ise genç bir arkadaş (adı gelmedi aklıma) oynayacaktı. Ona baştan aşağı öyle bir beyaz gelinlik giydirmişler, makyaj yapmışlardı ki içindekini tanımak mümkün değildi. Oyundaki Abla Sakine Hanımı, herhangi bir konuşması olmadığı için kadro dışı tutmuştuk.
EBUL LÂKLÂKAT’ÜL ENF
Gecenin 2.Mart.1963 tarihinde yapılmasına 10-15 gün kala ilk provayı yapacağız ama Ebullaklak’ül Enf(Mahalle İmamının adı) ortalıkta yok. Nerde bu Reşat Bilgin? Bolu’ya gitmiş. Neden? Ara-sınavı varmış. Haydaa! Ne yapacağız şimdi? Doğru genç arkadaşların da gittiği Sarı Orhan’ın kahvesine gittim. Çayını içen Cevat Uzaldı’ya yanaştım, onca dil döktüm, kabul ettiremedim. O sırada bizim Cemal Karagüzel (Arnavut Cemal), o gür sesiyle al papazı ver kızı oyun oynuyordu. Cemal’e rampa yaptım, hâlâ unutmadığım şu sözü söyledi: “Ben de sizler gibi okuyabilseydim sizin yanınızda olurdum, burda ne işim vardı?” Bu cümle dokunmuştu doğrusu. Ama konu başka idi. Biraz daha yüklendim, “Ben bunu ezberleyemem” dedi. Hemen çare bulduk. Sahnenin iki girişinde iki süflör olcaktı. Bir de tam Cemal’in arkasına gelecek yerde, ona özel bir süflör koyacaktık. Süflörü dinleyerek ağır ağır konuşacaktı. O şartlarda kabul etti, anlaştık en sonunda. Makyajı da boyuna posuna göre idi: başına bir sarık, yüzüne bol beyaz sakal, gözüne bir gözlük, içine uzuun bir beyaz entari, üstüne siyah bir önlük. Hareket etmiyecek, arada ediyormuş gibi adım atacak, elini kolunu sallayacak, ama yürümiyecekti. Sadece süflörün dediklerini tekrar edecekti.
KÖR-TOPAL
“Kör-Topal” diye bildiğimiz bir fıkra vardı. Hani subay askerinden “portakal” ister, o da bunu “Kör-Topal” anlar, bir kör adam ile bir topal getirir, odasındaki subayına haber verir. Subay, “Soy!” der, asker soyar. Subay, “Yıka!” der, asker yıkar, Subay, “Kes!” der, asker cebinden bir çakı çıkarmak için uğraşırken, subay dışarı çıkar ve durumu görür. Arkadaşlarla bunu sahnede oynamağa karar vermiştik. Hatırladığım kadarıyle: Subay, Celal Köktürk, asker Cevat Uzaldı, kör adam Yaman Şen, Topal adam Olcay Tekin oynamışlardı. O an oyunu süslemek amacıyla yaptıkları hareketlerle de seyircileri kırıp geçirmişlerdi.
BİTMEYEN YOLCULUK
“Bitmeyen Yolculuk” öyküsünü tek perdelik oyun havasına sokmuştuk. Hakim Fikret Baruönü, Savcı Erkan Özdemir, Katip Engin Bilgin, Temel Reis Hamit Kalyoncu, Mübaşir Olcay Tekin, 1.Jandarma Cemal Karagülmez, 2. Jandarma Tümer Peker. Oyunda Savcı’nın iddianame okuması sahnesi vardı. Biraz da güldürücü olsun diye, Savcı Ökkeş Yıldırım’a gittik Erkan’la, durumu anlattık. O da bize Arapça-Farsça kelime ve tamlamalarla dolu bir iddianame yazıverdi. Çünkü Temel Reis, Hakim’in “İddianameye ne diyorsun” sorusu üzerine, “Haçan oni bağa mi okudi. Ben da sandım oni dua okuyi!” Millet güle güle bir hal olmuştu diyebilirim.
MATRAK KARDEŞLER
Şiirler, fıkraların yanında programa bir de “Matrak Kardeşler” eklemiştik. Bunu Erkan Özdemir’le birlikte oynayacaktık. O yıllarda radyoda ve sahnelerde usta oyuncuların yaptıkları programlar, parodiler vardı. Onlardan da esinlensek de kendi ürettiklerimiz çoğunlukta idi. Bazı türkü ve şarkıları da ters-yüz ediyorduk. Örneğin “Ana Beni Eversene” türküsünü, “Baba Beni Eversene”, şeklinde yeniden yazılmış haliyle söylüyorduk. Öğrenci yaşamından türküler-şarkılar vardı. Metinleri ben yazıyordum tabii ki. Sonra “Bir Türk Filmi” taklidimiz vardı. Sevdiğim “Kezban’ı Mıkdarın oğluna gaptırmamak içün grav grav furmuştum!” Hemen arkasından ince bir oyun havası döktürmüştük.
GECENİN KUTLAMASI
Belediye Gazinosu sahnesinde oynadığımız o geceden kalmış birkaç fotoğrafa bakıyorum. Arkasında “2.III.1963 Temsilden sonraki Kutlama toplantısından” ibaresi var. Bu coşkulu kutlama toplantısına Gençlik Kulubünün bazı yöneticileri ve futbolcuları da katılmışlardı.
Bizim Lokantada çekilen fotoğrafta: Ahmet Okur, Tümer Peker, Yaman Şen, Engin Bilgin, Ahmet Yorgancıoğlu, Cevat Uzaldı, Erol Şen, Semai Bilici, Muzaffer Çelik, Mete Utku, Erkan Özdemir, Kumru H. oynayan, Hamit Kalyoncu, Cevdet Dereli, Fikret Baruönü, Celal Köktürk, Cemal Karagülmez, Celal Uzaldı(Akbaş), Yüksel Şen, Olcay Tekin. Foğrafın geri kısmında Rızvan ve Fehmi Kalyoncu ağabeylerim ve aşçı vardı.
KASABAMIZDA MUTLUYDUK
Biz bu tür çalışmaları sevinçle karşılar, elimizden ne geliyorsa esirgemez, Gençlik Kulubümüze ve şehrimize katkı koymak için çabalardık. Güzelleştirme Cemiyeti’nin yaptırdığı kaldırımlara parke taşı taşıdığımızı da ekliyorum. Kahveye de giderdik, haytalık da yapardık, sevdaluk da ederdik. Yani her iş gelirdi elimizden! Bu tür çalışmalarda tabii ki arada kendimizi, marifetlerimizi gösterme, birileri tarafından beğenilme çabalarımız da vardı. Gençtik, coşkuluyduk, duygulu çocuklardık. Mutluyduk hayatımızın geçtiği küçük kasabamızda.
Zamana sığmadığımızı düşünürdüm o yıllarda, yaşlarda. Şimdi “koştum ardından yoruldum” der gibiyiz zamanın ardında. Aradan geçmiş koskoca 56 yıl. Kimi arkadaşlarımız ayrılmış aramızdan yürümüş sonsuzluğa. Geridekiler ise yorgun kanatlarını çırpmakta yaşamak mücadelesinde. Sonsuz uykularında olan arkadaşlarımıza Allah rahmet eylesin, ışıklar içinde uyusunlar. Kalanlara sağlık, esenlikler dilerim. Hepsine selamlar olsun…