Binlerce odacığın kapısı, penceresi açılır, çocuk sesleriyle dolar beynimin sokakları. Annemin boğuk sesini duyarım, ben sokağa fırlarken yine tembihler eden. Yollar, sokaklar biz çocuklarındı. Evimizin önünden kağnı arabalarının geçtiği dar bir yol vardı, bir de kaldırım bozması. Taksi yok, kamyon yok, motosiklet yok. Koş aşağı, fırla yukarı. Biz çocuklar hemen toplaşır, Çaycuma’nın Dereboyu sokağında Temizlık deresine atlar, çapul çupul koşar, bir güzel ıslanırdık. Mendillerimizi ağ olarak kullanır küçücük balıkları tutar, en yakın su kuyusuna atardık. Derenin suyunu tutmak için büvek/büvet yapardık. Yola çıkar, çalıdan atlarımıza atlar, kişniyerek koşardık atlar gibi. Birbirimizle de yarışırdık kıyasıya.
Bir keresinde iki-üç büyük abi biz çocukları Temizlik deresinde topladı. Hep birlikte başlarımıza güneş çarpmasın diye gazeteden birer başlık yaptık. Sonra uygun adımlarla çap çup suyun içinden aşağı doğru yürümeğe başladık. Şimdiki Mimar Sinan okulundan sonra Filyos ırmağının köprü tarafına döndük. Oraya gelince bize, “ırmağın kenarlarında yüzmeğe çalışın” dediler ve “dikkatli olun!” diye de uyardılar. Biz de ırmağa girdik, kenar, sığ yerlerde oynamağa başladık. Bir saate yakın burada kaldıktan sonra aynı yoldan evlerimize döndük. Annem, “Nerdeydin” diye sorunca, yanıt bulmağa çalışırken elimi tuttu, tırnağıyla kolumu çizdi. “Oğlum sen ırmağa mı gittin?”. Ondan sonrası yer misin, yemez misin? Bin kerre tövbe etsem de kurtulmanın imkanı yoktu. O yıllarda ırmakta çok boğulmalar oluyordu. Ailelerin önemli korkularından biriydi çocuklarının ırmağa gitmesi.
OYUNLAR ve OYUN ALANLARI
Mahallemizde en gözde oyun oynama mekânımız, Yükseller’in (Çömez) evlerinin avlusu idi. Akşamüstleri kızlar da gelince “adımlama” yaparak takımlar kurulur, rakiplerimizi geçmek için kan-ter içinde kalırdık. Hele “Yakan Top” (Tombala) oyununda bağırışlarımız öte sokaklardan bile duyulurdu. Kıvraklık, hızlılık, elini kolunu doğru kullanma isteyen bir oyundu. Önce kiremit parçalarından 9 tanesini üstüste koy, sonra 9 adım uzaktan lastik topla taşları vurarak yık. Sonra topla vurulmadan/yanmadan 9 taşı üstüste koymağa çalış.
“Mendil Kapmaca” dikkat, oyunbazlık, kandırmaca, sürat isteyen, çok rağbet ettiğimiz takım oyunlarından biriydi. Hızlı koşma isteyen Sulandı, Saklanbaç, İp Atlama(tekli-eşli), Körebe, Birdirbir, Uzuneşek, Misket(Bilye-Koç), Topaç çevirme, Güvercintakla, Çelik-Çomak (geniş alanlarda), Al Satarım-Bal Satarım, Çizgi Oyunu(daha çok kızlar için) bizim sokakta oynadığımız oyunlardı. 9 taş, 5 taş da az kişiyle oynadığımız oyunlarımızdı.
Biz erkek çocukların en çok oynadığı top oyunu idi. “Futbol” sözü lugatimize henüz girmediği için “Top Oyunu” diyorduk. Bir bayram günü, el öpmelerden topladığım paralarla 2 liraya bir lastik top almıştım. Bizim evin arka tarafındaki alanda hafiften oynuyorduk. Topumuz eskimesin (ayakkabı değil)diye hafif teperken bir ara top ileriye doğru yuvarlandı. Aşağıdan gelen Yılmaz Abi, topa öyle bir çaktı ki, havalanan top gidip Karapürçekler’in bahçe darabasındaki direğin ucuna çarpıp ikiye ayrılmaz mı? Ben başladım ağlamağa. Annemin sesini duyan Yılmaz Abi, öyle bir kaçmıştı ki tutabilene aşk olsun.
Top oynamak için iki-üç alan daha vardı. Biri “Mektep Bostanı” idi. Şimdiki Erdal ve Fuat Kalaycılar’ın binalarının olduğu yer. Eskiden orada bir iptidai mektep varmış, yanmış veya yıkılmış, kalan geniş alan bu adla anılmış. Orada biz top ve başka oyunlar da oynardık. Ayrıca Çaycuma’ya gelen “tel cambazları” orada düzeneklerini kurar, gösteri yaparlardı. Bilet kesme olmadığı için kadınlar önlüklerini kıvırarak, erkekler şapka veya tava-tencere içinde para toplarlardı.
İkinci Top oynama alanı “Hal Binası”ydı. “Kapalı Pazar Yeri”olarak yapılmıştı. Üstünde kat yoktu. Şimdi koca bir iş hanı. Cuma günleri, köylüler orada alış-veriş yapardı. Diğer günler boştu. Biz de o günlerde beton zemin üstünde, küçük lastik toplarımızla, bazan iri patates veya sıkıca dertop edilmiş kağıt toplarla kıyasıya maçlar yapardık.
Üçüncü alan ise Nafizler’in evlerinin yan tarafındaki iki büyük ve düz bahçeydi. Orada daha çok büyükler iddialı maçlar yapardı. Burası ekilip biçilince bizler yine diğer alanlarda oynardık topumuzu..
KIŞ KEYFİ BAŞKA OLUYOR
Eskiden kış mevsiminde kar yağıp tutunca biz çocukların keyfine doyum olmazdı. Yeşillikler içindeki Çaycuma beyaz bir örtü ile kaplanmış gibi olurdu. Ayrı bir güzelliği vardı. Karın lapa lapa yağışını seyretmek veya bu havada sokaklarda gezmek büyük bir keyif verirdi. Karlı yollarda hoplar zıplar kartopu oynardık. Bazan öyle yağardı ki yolda yürümek mümkün olmazdı. Akşamları kömür sobası gürül gürül yanar, odamız 5 numaralı gazyağı lambasıyla aydınlanırdı. Sobanın üstünde çay ya da ıhlamur kaynar, bir de mısır patlağı yapılınca keyfimizden bayılırdık.
50’li yılların hemen başları olsa gerekti. İlkokulun ilk sınıflarındaydık sanırım. Okul yolunda bir tek yer tehlikeliydi. “Mektep Yokuşu” denilen yerde kayabilir, düşebilirdik. Onun için her sabah evden çıkarken uyarılırdık, “Dikkatli yürüyün!” diye. Gerçi okul çıkışında aynı yerden çantalarımızın üstünde kayarak inmek en heyecanlı oyunumuzdu. Burası şimdiki çarşıdan eski hastaneye çıkıştaki ilk yokuştu. Karlı aylarda küçük büyük çok kişi bu yokuşta kazaya uğrardı çoğu kez. Orayı çıkınca yol düz gibiydi.
Karlı mevsim, avcılık damarlarımızı da kabartırdı. Hemen kuş lastiklerimizi kuşanır (biz tasma derdik), mahalleden başlar, Aktaş ve Topbaşı tepelerinin eteklerini dolaşırdık. Ayrıca “kuş tuzakları” da kurardık. Evimizin arka tarafındaki küçük düzlüğe bir sini(tepsi) veya tahta sofrayı koyar, altına aç kuşların ilgisini çekmek için buğday ve saman serpiştirir, sofrayı kısa bir sopa ile pencere tarafına denk gelecek şekilde dayanak olarak altına koyar, sopa ortasına bağladığımız ipi, gözetleme yerimiz olan pencereye kadar uzatırdık. Yem arayan kuş, sofranın altına girince, ipli sopayı aniden çeker, kuşun sofra altında kalmasını sağlardık. Bazan birkaç kuş birden yakaladığımız da olurdu. Sonra av düzeneğini yeniden kurardık. Bir de “sertme” (zertme) kurardık. Bu kahverengimsi “curuk bakalı” ya da “corcanak bakalı” dediğimiz kuşlar için kurduğumuz bir tuzaktı. Bir de “cızak” dediğimiz 30-40 santimlik kalınca bir sopaya atkuyruğu kılları, sık aralıklarla yuvarlak veya oval biçimde raptedilirdi. Cızağı daha çok sarmaşıklı olan ağaçlara yerleştirirdik. Karabakal kuşları bu sopaya bastığında mutlaka ayağı bu kıllara takılır, kaçamazdı.
BOBİ ve SİNCAP AVI
Bir cebimizde kuş lastiği diğerinde yoldan topladığımız küçük ama yuvarlak çakıl taşları. Eski Zonguldak yolu çakıl/kayrak döşeli idi o zamanlar. “şose”(Susa) denirdi böyle yollara. Daha çok oradan toplardık taşları. O taşlar, kuşları tasma ile vuracak mermilerimizdi bizim. Sadece kuşları mı? Sincapları da vurabiliyorduk bazen. Hele Bobi havladı mı bir ağacın altında, yemekte de olsa fırlardık yerimizden. Bobi Fikret’in (Baruönü) köpeği idi. Fikret büyük olduğu için bizimle gelmezdi. Ama Bobi bizden ayrılmazdı. Fino cinsi küçük bir köpekti ama bizimle ava çıkardı çoklukla. Belki de oyun sanıyordu yaptıklarımızı.
Sincap avları genellikle Topbaşı Tepesi’nin (şimdi Hastane) alt kısımlarındaki ağaçlık alanlarda olurdu. Eski Zonguldak yolu boyunca bazan yukarı doğru, bazen yolun üstünde meşeler, karaağaçlar boldu. Yine aynı bölgelerde iğde, keçiboynuzu, kızılcık (Kiren), döngel, pürüklerde böğürtlenler, yaban meyveleri olurdu. Karnımızın acıktığı zamanlarda ağaçların meyvelerini afiyetle yerdik. Bahar aylarında karaağaçların “bambal” dediğimiz çiçekleri de yemek listemize dahildi. Doymadık mı bahçelere süzülür, domates-salatalık avına başlardık!..
Bobi bir ağacın altında havlıyorsa, mutlaka o ağaçta bir sincap vardı. Bizim evde ya da sokakta olmamız fark etmezdi. Bobi’nin sesini duyunca beş dakikada toplanırdık ağacın altında. Herkes kendine göre bir yer seçer, oradan başlardı tasmalarla taş atışı. Çömez Yüksel en iyi nişancımızdı. Bazen bizden büyükler de katılırdı aramıza. Sincaplar öyle bir taş yeme ile düşmezdi aşağıya. Talihsiz hayvan birkaç taş yiyince yandaki ağaca atlardı. Ama biz bırakmazdık peşini. Özellikle kafasına sert gelen iki-üç taş yiyince sersemler, tutunamazdı dalda, düşerdi ağaçtan aşağıya. Bir keresinde öldü sandığım bir sincabı havada yakalamıştım düşerken. Hemen dişlerini geçirmişti elime. Zor kurtarmıştım elimi. Sol elimin işaret parmağının ortasındaki küçük ince çizgi bu avdan izler taşır hâlâ.
ANILAR DENİZİ
Çocukluk.. Anılar denizi.. Kimi anılar kıyıya vuruyor bu yazıda olduğu gibi, kimi de dalgalar içinde savruluyor bir kıyı ararken.. Belki de bir “küçük karabalık” diğer balıklara anlatıyordur bizim maceralarımızı..Kim bilir?