Ne çok can veriyoruz ecelsiz ölümlerde… Bir türlü durdurulamayan iş cinayetleri katliam boyutunda sürüyor. Sofrasına bir ekmek daha koyabilmek için sabahın köründe yola çıkan garibanlar, apansız vakitlerde, hiç dinmeyecek bir ağıt olarak dönüyor evlerine… Yanmış, parçalanmış, soluksuz kalmış bedenleri, yarın umudu çocuklarının beklentileri kadar, yaşanmamış bir hayatı da götürüyor toprağa… Vakitsiz ölülerin her parçasından, ekmeğe tiksintiyle bakan açgözlülerin bitmeyen para hırsı kapkara bir irin olarak sızıyor…  Madenler, tersaneler, barajlar derken hayattan kâm alanların mabedi gökdelenler de toplu mezarlıklara dönüştü artık. Plazalar ölüm kokuyor, kanla karılıyor harcı rezidansların… Yukarıdakilerin vur patlasın safahatı, aşağıdakilerin büyük acısı, sonsuz ayrılığı üzerine kuruluyor…

Vakitsiz ölüm, en kara yazgısı yoksulların bu coğrafyada; toplu mezarlara gömülmek, toplu yakılan ağıtlarla uğurlanmak hiç değişmeyen ilahi bir emir sanki… İnsanlar tek kişilik ölümleri görmüyor, bir kişiye yakılan ağıtları kimse duymuyor bizim ellerde… Yoksulların trajik ölümleri, onlarca beden bir arada toprağa girmeden haber olmuyor gazetelerde… Haramilerin serveti, “Ne kadar çok yoksul öldürürsen, o kadar çok kazanırsın” gibi alçakça bir denklem üzerinde yükseliyor… Zulüm “ekmek parası” adı altında kol geziyor…  Altın kaplama tuvaletlerine pislenilen bilmem kaç yıldızlı otellerde yerine getirilen haç farizasına, bir kadehi yoksulların bir aylık maaşına içilen kuş sütü eksik işret sofrasına, kösnül duyguların bastırıldığı iğrenç çiftleşmelere dönüşüyor daha sonra…

ALKIŞLARLA ZORBALIK BİRBİRİNİ BESLİYOR

Zorbalık ve yalan en geçer akçe bu topraklarda, yalanlarla yaşıyor, zorbalıkla yönetiliyoruz… Zorbalıkla bastırılıyor açlığımız, gözümüz, karnımız yalanlarla doyuyor. Katliamlar yalanla, o da olmazsa zorbalıkla unutturulmaya çalışılıyor… Ağıt yakmak, ağlamak, ölümlere karşı çıkmak, hesap sormaya çalışmak en ağır suç olarak kaydediliyor sicilimize… Toplu kıyımlara dökülen gözyaşları panzerlerden sıkılan suya karışıyor, panzer suyunda yıkanıyor ölülerimiz... Zorbalar yanardöner polis ışıklarında karatmaya çalışıyor öfkemizi… Sevinç, neşe, büyük kalabalıkların şen kahkahalı sesleri sevgili ölülerin hatıraları gibi solgunlaşıyor uzaklarda… Kırımlardan, sürgünlerden gelen bir halk, hiç değişmeyen bir yazgıyla ölümlere koşuyor…

Ahali, evlatlarını bir bir elinden alan katilleri, cellâdına âşık kurbanlar gibi elleri patlayıncaya kadar alkışlıyor… Alkışlarla zorbalık birbirini besliyor. Yalan ağızların yaldızlı cümleleri alkış aldıkça zorbalık daha da derinleşiyor, zorbalık arttıkça daha bir coşkuyla çırpılıyor nasırlı eller… Acılı ağıtlar, ilenmeler gök gürültüsünü andıran alkış sesleri, “hüloğ sesleri” arasında kayboluyor… Evladı yitik analara yuh çeken nalça ağızların uğursuz sesi, tiranlara yapılan alkışa karışıp puslu havalardaki ulumalara dönüşüyor… Eğriyle doğrunun, kalp olanla gerçeğin iç içe geçtiği, gerçeğin yalan karşısında mecalsizleştiği bir büyük kaosu, kakofoniyi yaşıyor ülke… İçin için eriyor bu yüzden… İnsani değerler, hasletler, incelikler, güzellik duygusu yok oluyor, kopkoyu bir cehaletle akıl almaz kabalık kalıyor geriye…

ÖLÜM HEP ONLARIN PAYINA DÜŞÜYOR

Hiç kuşku yok ki, bu ülkede yoksulluk ata, dede mirası büyük kalabalıklara…  Ölüm hep onların payına düşüyor… Onlar ölüyor hiç de tarafı olmadıkları savaşlarda, şehitlik hep onların önadı oluyor… Yükseklerden düşmek de onların yazgısı, yerin yüzlerce metre derinliğinde yanarak, posta altında kalarak ölmek de… İş cinayetlerinde can verenler de onlar, töre denen ilkelliğe kurban gidenler de… Trafik canavarı da onların peşinde, pahalılık denen kan emicilik de… Zulüm çekmek de onların künyesine kazılı, ölümüne hasret çekmek de… Sürgünlere gitmek, sürgünlerde yitmek de yazıyor defterlerinde, kendi memleketlerinde imi timi belirsiz olup, kayıplara karışmak da… Jandarma dipçiği de zonkluyor beyinlerinde, geçim derdi denen kadim illet de… En çok da bu yüzden teslim oluyorlar asgari ücretli sefalete, yani en büyük zulme…

Az yaşıyorlar, çok ölüyorlar… Yıldızlı bir gecenin tasasız sabahına uyandıkları hiç görülmüyor… Hayat en ağır yüküyle biniyor omuzlarına… Boyalı gazeteler, ışıltılı mabetler, yalan makinesi gibi yayım yapan televizyonlar, tevekkülü emreden ayetler ve tiranların soytarısı olmuş kalem efendilerinin cilalı sözleriyle unutturuluyor yoksullukları… Acılar, vaat edilen cennet hülyalarında küllendiriliyor, sırtlarında şaklayan kırbacın sesi karanlık semalarda yitip gidiyor bu yüzden… Hiçbir şeyin değişmeyeceği nakşediliyor tüm propaganda araçlarıyla beyinlerine… Şair, tarihin derinlerinden sesleniyor: “…ah, benim insanlarım, / yalanla besliyorlar sizi,  / hâlbuki açsınız, / etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız. / Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, / göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.”