Ülkenin zehir gibi bir havayı soluduğu yıllardı… Sokak çatışmaları hiç bitmiyor; kahvehaneler, evler ağır silahlarla taranıyordu… Sivas, Çorum, Maraş gibi sosyolojisi kıvılcım çaksa patlamaya müasit yerlerde, katliam planları, büyük bir sinsilikle hayata geçiriliyordu… Kamplaşma hat safhadaydı… Yalnızca parti ya da kuruluşlar değil kahvehaneler, mahalleler, sokaklar ayrılmış, üniversiteler açık çatışma alanlarına dönmüştü… Okumak başlı başına dertti… Sokaklarda, adeta, uzun metrajlı bir korku filminin, biri diğerinden hareketli aksiyon sahneleri çekiliyordu…
Ekonomik sorunlar aşılamaz bir dağ gibi duruyordu ülkenin önünde… Enflasyon almış başını gitmiş, ekonomik yıkım hat safhaya ulaşmış, “devalüasyon” sözcüğü günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti… İşsizlik boynunu büküyordu insanların… Bir yandan da, parası olanın bile, birçok mala ulaşamadığı yokluk yaşanıyordu… Kimi malların satışını yapan dükkânların önünde, kuyruklar uzadıkça uzuyordu bu yüzden… Hak arama mücadelesi kelle koltukta veriliyordu; patronların yanında saf tutan sağ örgütler, eylem yapan emekçilere saldırıyor, grev çadırlarını yakıyordu…
ORTAK AKLI YARATMAK GİBİ BİR ARAYIŞ YOKTU
Siyasi istikrarın adı bile anılmıyordu… Peş peşe kurulan koalisyon hükümetleri, ülkenin yaralarına merhem olamıyor, seçim bitmeden seçim çağrısı yapılıyordu… Görev süresi dolan cumhurbaşkanı için TBMM’de yapılan seçimler, nafile turlara dönmüştü… Siyaset erkânı, çözüm için, “ortak aklı yaratmak” gibi bir arayış içinde değildi, tüm sağduyusunu yitirmişti çünkü… Can güvenliğinin, geçim derdinden çok daha fazla endişelendirdiği insanlar, adeta bir kurtarıcı arıyordu… Bir zifiri karanlık kuşağı olarak gireceğimiz eylül yılları için atmosfer oluşturulmuş, her şey hazırlanmıştı…
Öyle de oldu… 12 Eylül sabahı namaza gitmek için evden çıkan babamı, daha caddeye çıkmaya fırsat bulmadan, “Sokağa çıkmak yasak” diyen asker süngüleri karşılamıştı… Büyük bir şaşkınlıkla eve dönen babamın, “Kalkın, inkılap oldu” sesleriyle yataktan fırladığımızda gün bile ağarmamıştı daha… Televizyondan Hasan Mutlucan türküleri yükseliyordu… Mesut Mertcan’ın tok sesi resmi tamamladı: Ordu yönetime el koymuş, tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilmişti… Başbakan ve bakanlar da içinde siyasi parti liderleri eş zamanlı olarak tutuklanmış, güvenli bir yere götürülmüştü…
HIZLA GAZETELER KAPATILDI, DERGİLER TOPLATILDI
15 Temmuz acemileri gibi Boğaz Köprüsünü tek taraflı kapatmakla yetinmemiş, her alanda, her şeye, eş zamanlı olarak el koymuştu cunta… Bir gün önce her yanından silah sesi yükselen ülkede, ne hikmetse, mantar tabancası bile patlamadı… Hızla gazeteler kapatıldı, dergiler toplatıldı… Grevler durduruldu, sendikalar kapatıldı, muhalif aydınlar birer birer içeri tıkıldı tıpkı bugünkü gibi… Sokakları arananların çirkinleştirilmiş resimleri kapladı… İşkence sıradan hale geldi… Tıka basa doldurulan cezaevlerinde seri idamlar başlatılarak, eskisinden daha beter bir korku toplumu çıkarıldı ortaya…
En önemlisi de insan insanın kurdu yapıldı… Kimsenin kimseye güveni kalmayan toplumda, herkes insansızlaştırıldı… Toplumsal dokuyla oynanıp, dayanışma duygusu yok edildi; çıkar duygusu, her şeye egemendi artık… O eylül karanlığı, bazen şafak kızıltısına döner gibi olsa da, aynı zifiriyle sürüyor… Baksanıza, konuşan muhalifler sorgusuz içeri tıkılıyor hâlâ, yüzbinlerce insan, hiçbir hak arama kapısı bırakılmadan, sorgusuz, sualsiz işinden ediliyor… “Yurda dön” çağrıları, tıpkı o günler gibi vatandaşlıktan çıkarma tehdidi içeriyor… Cezaevleri aynı doluluğa erişti çoktan… En önemlisi de, toplum, tıpkı o günlerdeki susmayı tercih ediyor… Bu da aşılacak elbet…