Kimseye sezdirmeden hayatın onca kahrını nasıl çektiği gibi, onca yokluğun, yoksulluğun içinde nasıl etti de hayatı kendi gibi yaşamayı becerdi, inanın fikrim yok… Ona karşı hep acımasız olan hayatın onca çilesi içinde bu kadar insanı nasıl biriktirdi onu da bilmiyorum gerçekten… Tahmin ettiğiniz gibi Hasan’dan bahsediyorum, kimilerinin “Boyacı”, kimilerinin “Kadavra” namıyla tanıdığı Hasan Yukuşar’dan… Bu kentin en nev-i şahsına münhasır insanlardan biriydi Hasan… Doğrularından hiç ödün vermedi, kimseye yük olmadan yaşadı… Kimseye daha fazla yük olmamak için de alıp başını gitti erkenden…
Hasan Yukaşır, parçalanmış bir ailenin çocuğu olmanın tüm acısını 62 yaşına kadar taşımış bir hayat yorgunuydu en başta… Aile gibi eğitimden de yoksun kalarak kilometrelerce geride başladı hayata… Özgeçmişine yazacağı okulu gibi, adres olarak göstereceği doğru düzgün bir evi de olmadı… Kimi zaman kayıkhaneleri, balıkçı barınaklarını mesken tuttu kendine, kimi zaman da boş dükkânları… Balıkçılık da yaptı, boyacılık da… Hasta da baktı, arkadaşlarına da… Her şeyi yaptı da bir kendine kollayamadı hayatta… Kendisi için bir şey istemeyi lüks saydığından, sağlığına da düşünmedi… 
SÜREYYA EKEM, DOKTORDAN DAHA ÇOK BİR ALTIN YÜREK OLARAK ÇABALADI
Doğrusunu söylemek gerekirse, arkadaş çevremin kendine özgü bir rengi olarak hep yakınımdaki insanlardan biri olsa da, çok uzun yıllara dayanan bir arkadaşlığım yoktu Hasan’la… Birçok arkadaşıma ismiyle hitap ederken, bana hep “Ahmet Bey” demesi de bu yüzdendi zaten… Esas yakınlaşmamız sağlık sorunlarının ortaya çıkmasıyla başladı… Birini unutur da haksızlık ederim diye korktuğumdan isimlerini yazmıyorum, o süreçte pek çok dostu ona yardımcı olmak için çırpındı adeta… Nöroloji Hekimi Süreyya Ekem, doktordan daha çok bir altın yürek olarak çabalayıp durdu…
Ekem’in önerisiyle ömrünün son dilimini bir bakımevinde geçirmesine karar verdiğimizde çok direndi gitmemek için… Bir dönem bizle selamı sabahı bile kesti, başta ben olmak üzere birçok arkadaşına salt bu nedenle gönlü kırık gitti hatta… En son huysuzluk yaptı diye hastaneden taburcu edildiği gün uzun uzun konuşma fırsatım oldu Hasan’la… Tatlı sert çıkıp, hastane personeli ve doktorlarla iyi geçinmesini söyledim… Haklılığını anlattı hararetle… Sağlığı için alttan almasını salık verdim ama anlatamadım tabii ki… Kısa bir zaman sonra bilinç yitimi başlamıştı, hiç konuşamaz olmuştuk zaten…
İNSANLIĞA VEREBİLECEĞİ TEK ŞEY BEDENİYDİ, ONU DA VERDİ
Hiç tartışmasız hayatın en namuslusunu yaşadı Hasan… Dünya tüm acımasızlığıyla üzerine abanırken, hiç aldırmadı, veren insan oldu engin bir gönülle… Bana sorarsanız, hayatını, “Onca yoksunluk içinde yaşanır da, bunca gözü karnı tok nasıl olunur” babında ders olarak okutmak gerekir herkese… Kızılay’ın madalyalı kan bağışçısı da olan Hasan ihtiyacı olan herkese yardıma koşan bir yürek işçisiydi de aynı zamanda… Ölüsünün bile insanlığa hizmet etmesini istedi, bedenini Tıp Fakültesine “kadavra” olarak bağışladı… İnsanlığa verebileceği tek şey bedeniydi, onu da verdi… Daha ne yapabilirdi ki?
Sıkı bir çevre gönüllüsü olarak doğayı koruma mücadelesinin hep ön saflarında yürüdü… Tüm ressamlara gönülle model olduğu için “Kentin en çok resmi çizilen insanı” payesi de ondaydı… Ne mutlu ki malda, mülkte gözü olmadı hiçbir zaman… “Mülksüz” geldiği dünyadan, “mülksüz” gitmeyi başardı… Hayat, yüreğini çok yordu Hasan’ın, buna bir de kötü yaşam koşullarının akciğere verdiği hasar da eklenince, bedeni de direnemedi… En yoksulumuz olarak yaşadı içimizde, bir sevgi varsılı olarak toprağa girdi… Yaşamı örnek olsun Hasan’ın… Şan olsun ve huzur içinde uyusun oralarda…