Evren var olduğu andan bu yana biriken ne kadar değer varsa hepsini içkinleştirmiş, âlemlerin tüm bilgisine ulaşarak sırrına ermiş kamil insan olarak gördüğüm Çetin Altan’ı da uğurladık yıldızlara…

Türkiye hayatı hep “evrensel aklın saydamlığı” ile açıklamaya çalışmış bir dünya vatandaşını, yerelliğin sığ sularında debelenmeyi çoktan aşıp ülke gerçeklerine kozmik boyuttan bakmayı becermiş bir büyük bilgesini yitirdi…


Hayata tabularla sınırlandırmış at gözlüklerinin dar çerçevesinden bakmanın yanlışlığı başta olmak üzere ne de çok şey öğrendik ondan…

Hep kendisi gibi yaşadı. Dar kalıplara hapsetmedi kendini… Biriktirdiği her şeyi, damıttığı her bilgiyi lafı hiç eğip bükmeden söyledi, durdu…

Bir estet olarak yaşam denilen o her yanından bir başka gizem fışkıran büyülü yolculuğun sırırını keşfetmeye çalıştı tüm ömrü boyunca…

“Bir tılsımı olmalıdır hayatın vazgeçilmez öfke gibi, zapt edilmeyen bir aşk arenası gibi, kaptırıp kendini şiirler yazma gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi… Böyle bir tılsım yoksa, isteksiz isteksiz oluyorsan tıraşı, bir küf bağlamışsa bütün heyecanlarını, bir çıplak kadın düşünemiyorsan en ciddi konferansta ve bir anda çalıştığın yerden istifayı basıp, çekip gitmek gelmiyorsa içinden; bir kapı önünde tozlu paspas bile olamazsın” diyordu ünlü yazısında

O bir dil ustasıydı her şeyden önce… Sıradan bir köşe yazısı bile onun elinde ufuk açıcı bir edebi metin haline dönüşür, şaşırtıcı okuma lezzeti verirdi…

“Sözcüklerden bir galeri oluşturulsa, Çetin Altan’ın pek çok yazısını tablo yapıp asardım” cümlesini kurmuştum bir yazımda…

Haklıydım, “Bir yıla yakın bir süre, on aydan bu yana Köyceğiz’e geldiğim yoktu. Küçük bahçenin kapısını açtığımızda, bahçeye uyumlu dekoratif havuz ve verandadan genişliğine, sessiz ve tüm ısısızlığıyla görünen Köyceğiz gölü, karşımızdaki yemyeşil okaliptüs korosuyla birlikte gönlümde; yanakları öpülesi bir anne şefkatinin kolları gibi açılmıştı” gibi, pek çok pasaj vardı aklımda çünkü…

BİR DÜNYA VATANDAŞ

Kozmos denilen sonsuzluğun Türkiyeli bir yurttaşıydı o… Bulduğu her yere bayrak asarak insanlığa karşı vazifesini yaptığını sanan, birbirine bayrak sallayıp koro halinde küfür eden kalabalıklara, “Türk’e Türk propagandası yapmanın” acınası halini anlatmaktan kaleminde tüy bitmişti adeta… Son nefesine kadar da yüksünmemişti…

Hiç unutmuyorum. Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı yılda galiz bir dille Orhan Pamuk’a saldıran aymazlara kozmos ürünü bir bakış ve kendine has üslupla ne de güzel yanıt vermişti: “Bayrakların direklerini ne kadar yükseltirseniz yükseltin, bayraklar o ülkeden Nobel almış bir yazar kadar görünmüyor dünyadan.”

Kavram dünyamız onunla zengindi. “Evrensel aklın saydamlığı”, “Türk’e Türk propagandası”, “Değerliler, önemliler ayrımı”, “hazineden geçinmeciler, meslekliler farkı”, “Kabuk devlet / teknik devlet zıtlığı”, “zamanın ruhunu ıskalamak”, “cami ile kışla arasına sıkışmak” gibi pek çok kavramı katmıştı düşün yaşamımıza…  

Büyük bir entelektüeldi. Kendinden önceki tüm ustaları hıfzetmişti adeta… Bunlarla okurunun da buluşmasını ister, her yazısında birkaç fıkraya, birkaç şairden dörtlüklere yer verirdi mutlaka…

Bilim insanlarını, sanatçıları kutsarken devletten geçinmeli siyasetçileri tefe koyardı… Sorardı durmadan: “Edison lambasını, Graham Bell telefonunu, Gutenberg matbaasını alıp gidince mi daha yoksullaşır dünya; yoksa Winston, Churcil yada De Gaulle yaptıklarını alıp gidince mi? Yazılarında da eklerdi ardından: “Değersiz önemliler' egemenliğinin, yeryüzünden geçerken iz bırakmış, 'önemsiz değerliler' birikimi üstüne, her fırsatta işediği bir geleneğin çocuklarıyız.

"
HAKKINDA ÜÇ YÜZDEN FAZLA DAVA AÇILDI

Soy bir muhalifti o. 1960’larda Türkiye’de TİP’le egemenlere karşı verdiği mücadele unutulmazdı. Sosyalist bir parti içinde bile muhalif olmaktan çekinmedi, birilerinin döneklikle suçlamasına hiç aldırış etmeden sorular sordu zekice…

Devletin her dem gadrine uğradı. Parlamentoda linç edilmeye kalkıldı vahşice, dokunulmazlığı kaldırıldı. Üç yüzden fazla dava açıldı hakkında.

Hayata çelebice bakabilen bir gönül adamı olarak kaldı yine de…

Bir gazete yazısından dolayı hakkında 10 yıldan fazla hapis cezası isteyen savcıya, “Aman efendim” demişti, “ne yapıyorsunuz? Alt tarafı bir gazete yazısı bu. İnsanlar bugün okurlar, yarın balık sararlar?”

Çetin Altan hayata bakışındaki başkalıkla oluşumuma emek harcamış bir aydındı. Çok yararlandım ondan. Zaman zaman alıntılar yaptım. En son, alıntımı mart ayındaki bir yazımda yapmışım: Tam da cezbeye gelip, Çetin Altan’dan arak, ‘Enseyi karartmayın, sonu geldi bu yalanların’ cümlesini kuracaktım ama 15 yaşında evladını toprağa veren anayı yuhalayan on binlerce vicdanı karanın alanlarda olduğunu anımsayıp yutkunarak son veriyorum yazıma…” demişim o yazıda…


Sözlerimi son yazısından bir alıntıyla noktalıyorum. O tümceler benim de yaşam rehberim çünkü:

"Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.  Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, ‘daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik’ diyebilirsiniz.  Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır. O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi. Enseyi karatmayın”

Not: ZOKEV Başkanı Zafer Kalafat söylemese ben de bilmiyordum, köşesinde,“Lise arkadaşım Hüsnü Kalafat’tan bir fıkra” ara başlığıyla yayımladığı fıkralar babasına aitmiş meğer. Altan’ın Galatasaray’dan lise arkadaşı olan Hüsnü Kalafat, sık sık fıkra gönderirmiş ona. Sayın Hüsnü Kalafat’a hem başsağlığı dileklerimi iletiyorum.