Gözümü budaktan sakınmadığım en delifişek günleri gençliğimin… Ömrümün korsan mitingler, yazılamalar, kuşlamalar, grev ziyaretleri, afişlemelerle ille de okumalar zamanı… Yaşım çok küçük olduğu için, olası polis baskınında derdimi nasıl anlatırım sorusuyla girdiğim İlerici Gençler Derneği’nin kırmızı boyalı tahta sıralarında geçiyor çoğu vaktim… Okuldan çıktığım gibi İGD’de alıyorum soluğu… Eylemden fırsat bulduğumuz zamanlarda birçoğu ezber cümlelerle de olsa büyük bir hararetle siyaset konuşuyoruz… Lenin’den, Marks’tan, Engels’ten alıntı cümlelerle tezimizi kanıtlamaya çalıştığımız o sohbetlerde, alıntının, kitap adıyla sayfa numarasını söyleyen tartışmayı en baştan kazanıyor…

 

“Bir ekmek bir Politika” slogan ile çıkan gazetemiz “Politika” başucu kaynağı bizim hareketin… Başta Aydın Engin, Oya Baydar olmak üzere tüm yazarları içercesine okuyoruz. Bir de dergilerimiz var elimizin altında: “İlerici Yurtsever Gençlik”, “Savaş Yolu”… İllegal dağıtılan Atılım da var ama biz sempatizanlara çok uzak daha, onun yerine anlamakta güçlük çeksek de “Ürün” ile idare ediyoruz. Bizim Radyo’nun cızırtıları arasından cümleler kapmaya çalışırken, “Kavga sesleri geliyor” dizesiyle açılan TKP’nin Sesi Radyosu’nu can kulağıyla dinliyoruz. İlk anons cümlesi az önce radyonun başından kalkmışım gibi aklımda hâlâ: “Burası 31.3 metre 9585 megahertz üzerinden yayın yapan Türkiye Komünist Partisi’nin Sesi Radyosu…”

 

YÜZ YÜZE YILLAR SONRA GELDİK

Karanlık mahfillerde kotarılan kumpaslarla pupa yelken darbeye koşulan ülkede tek bir amacı var hepimizin: İyi bir komünist olmak… Her birimizin yüreği, “Yoldaş partiye kabul edildin” cümlesini duymak için deli gibi çarpıyor. Derin gizlilik koşulları nedeniyle kimilerinden şüphelensek de kim parti üyesi bilmiyoruz elbette. Radyodan az da olsa duyduğumuz isimler ulaşması da, yan yana olması da hayal bile edilmeyecek insanlar gibi görünüyor gözümüze… Derken eylül karanlığı tüm ağırlığıyla üzerimize çöküyor. “Kızıl Fener Operasyonu” ile ülkenin dört bir yanında, binlerce insan gözaltına alınırken, yazılan iddianamelerde kim üye, kim değil, kim partide hangi görevi yapıyor, bir bir çıkıyor ortaya…

 

Birol Başören’in Merkez Komite Üyesi olduğunu o iddianamelerden öğrendim galiba… Adını daha önceden duymuştum ama kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Hakkında bildiğim tek şey Çaycumalı olduğuydu. Yüz yüzeyse yıllar sonra gelebildik ancak. Yıl 1988 olmalı. Kutlu – Sargın davalarından birini izlemek için yüzlerce insanla birlikte Ankara DGM’nin Çevre Sokak’taki binasının önündeyiz. Her duruşma günü ülkenin dört bir yanından mahkeme önüne yığılıp, gösteri yapmak siyasal faaliyetimizin temelini oluşturuyor o sıralar… Pek çok insan cezaevinden yeni çıktığı için mahkemeler hasret giderme işlevi de görüyor…

 

NEWROZ’U ÇOK MERAK EDİYORDU

Sanırım Bahattin Arı’ydı. Tokalaşıp geçtiğim bir insanı Birol Başören diye tanıttı bana… Dönüp, “O zaman bir daha sıkayım elini” dediğimi anımsıyorum. Birkaç kez daha ayaküstü görüştük oralarda; yıllar sonra da yaşamaya başladığı Zonguldak’ta. Daha derinlikli bir ilişki oluştu aramızda. Durmuş, oturmuş kişiliği, disiplinli yaşam biçimi, üzerine aldığı her işi aynı ciddiyetle yapmaya çalışan titizliğiyle tanıyan herkesin saygısını kazanmıştı. İlkelerine hep sadıktı, gizliliği hep önde tuttu bu yüzden, parti içinde neler yaşadı, ben dahil kimse bilmedi. Açmak isteyenleri de geri çevirdi nazikçe… 80 öncesinin en önemli örgütlerinden biri olan İKD Zonguldak Şube Başkanı Aysel Aydın ile evlendi. SSK’da çalışan Aysel Abla, kentin ilk kadın sendikacılarından biriydi de da aynı zamanda…

 

Kendi halinde mütevazı bir hayatı yaşarken önce böbrekleri sorun çıkardı Birol Ağabey’in… Diyalizle durumu idare ederken, bu kez, habis bir ur gözünün birinin alınmasına neden oldu. Yine de coşkuyla bağlıydı yaşama. Ancak tablo her geçen gün geriye gidiyordu. Arkadaşlarımla birlikte yaptığımız son ziyarette uzun uzun siyaset konuştuk. Çok mutlu olmuştu. Newroz’u merak ediyordu, oradan çıkacak mesajları önemsiyordu epeyce… Ancak görmek nasip olmadı, doğanın yeniden tomurcuğa durduğu o günde, bir çiçeğin dalında yeniden hayat bulsun diye toprağa verdik onu… Onu yıldızlara uğurlarken, her birimiz “komünist” isminin ona ne çok yakıştığını düşünüyorduk. O yüzden ayrı ayrı mırıldandık hepimiz: “Güle güle yoldaş. Kavgan genç kuşaklara emanet bundan sonra…”