Hayat, hepimize bir hediye gibi sunuluyor, ama biz o hediyeyi açmayı genelde erteliyoruz. Bir şeylerle meşgul olmaktan, koşuşturmaktan ya da sadece "yaşamak" dediğimiz şeye kapılıp gitmekten asıl önemli olanı ıskalıyoruz: Kendimizi.
Bir insanın kendiyle tanışması, belki de bu hayatta atabileceği en büyük adım. Ama bu adımı atmak kolay değil; çoğu zaman, acılar eşlik ediyor bu yolculuğa. Kaybetmeden kıymet bilmiyoruz, düşmeden kalkmayı öğrenmiyoruz. Zorunlu suskunluklar ve derin yalnızlıklar bize, o içimizdeki yabancıyı fark ettiriyor. O an anlıyoruz: Kendimize hiç uğramamışız.
Bu hayatın temposu, bizi adeta bir makinenin dişlileri gibi dönmeye zorluyor. Daha fazla çalış, daha fazla kazan, daha fazla tüket. Sistem, seni kendinden koparmak için elinden geleni yapıyor. İnsanı bir üretim aracına, bir "performans ölçütü"ne indiriyor. Ama yaşam sandığımız kadar uzun değil; kendi sesimizi duyamadan, kendi varlığımıza dokunamadan geçip gidiyor.
Bazen bir kitapta, bazen bir dost sohbetinde, bazen de bir kayıpta kendimize dönüyoruz. Bize ait olduğunu sandığımız her şeyin aslında bizi şekillendiren sistemin dayatması olduğunu fark ediyoruz. Ama iş işten geçmiş oluyor çoğu zaman. Tükenmiş oluyoruz, fakat tükenmeden öğrenmek de mümkün müydü, bilemiyoruz.
Hayat bu kadar kısa ve acı doluyken, neden kendimizden bu kadar uzak kalıyoruz? Neden kendimize yabancılaşmayı "ilerleme" sanıyoruz? Kendimizi bulmanın yolu, belki de bu düzenle hesaplaşmaktan geçiyor. Daha az şeye sahip olup, daha çok anlam aramaktan... Daha az tüketip, daha çok sevmekten... Daha az yarışıp, daha çok durup düşünmekten...
Bu yazıyı okurken, belki kendi iç sesinizi hatırlarsınız. Uzun zamandır susturulmuş, bastırılmış o sesi. Belki bir kez olsun durup kendinize sorarsınız: "Ben kimim? Ne istiyorum? Ne için yaşıyorum?" Cevapları bulmanız hemen mümkün olmayabilir, ama sormak bile başlı başına bir devrimdir.
Unutmayın, kendine uğramak, kendine dokunmak, kendinle barışmak... İşte asıl yaşamak budur. Ve bunu başaramazsak, ne kadar kazanırsak kazanalım, ne kadar başarırsak başaralım, hep eksik kalacağız.
Dostoyevski’nin dediği gibi: “Herkes kendi içinde bir sır taşır.” O sırrı bulmak ve çözmek cesaret ister. Ama o cesareti gösterirseniz, belki de ilk kez gerçekten yaşadığınızı hissedersiniz. Ve işte o zaman, yaşamın ne kadar kısa olduğundan yakınmaz, onun ne kadar derin olduğunu fark edersiniz.