Flört’ün “lan oğlum böyle olmaz/ lan oğlum böyle yapma” sözleri ile ilerleyen rakınrol makamında şarkısını pek severim. Nitekim bana bu şarkının akışı arkadaşlar arası konuşmanın samimiyeti içinde birbirini engelleme, kafa karıştırma hissiyatını verir. “Arkadaşların birbirini bir yandan fişeklerken diğer taraftan dizginlediğine az şahit olmamışımdır” derken (şu an diyorum) bunu yaşayanın bir tek ben olduğumu sanmıyorum! İşte bu “dalgalandım da duruldum”lar yaşantısı içinde kâh Sahil Kafe’de kâh Liman Arkasında bir “şehir arkadaşlığı”dır gidiyor bir taraftan da yaşantımızda. Şehir arkadaşlığını da bir kavram olarak şu an ben icat ettim! Başınıza icat çıkardım. Çünkü “bu şehir, (bizzat da içinde bulunduğumuz ha bu şehir) merkezde olmadan arkadaşlıklarımız nasıl olurdu acaba” sorusuna da yanıt arar dururum? Arkadaşlıklarımız bir yandan içinde yaşadığımız şehrin yarenliği midir? O olamadan sınanmışlıklara baktığımızda bile “la oğlum Zonguldak’ta ne var yok?” demiyor muyuz, yine dönüp dolaşıp? Şu sıra Neco’nun son dönem eserleri var gündemde. Sergileniyorlar. Emral Çarşısı yanında ‘Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde..
 
    Necdet Kutoğlu’nun yıllar önce aynı yerde açtığı bir sergide balık kokusu da neredeyse serginin bir parçasıydı. Bir şekilde denizden toplanmış materyaller onun herkesten başka dünyasını imliyordu. Bunu daha sonra daha iyi anlayacaktım; çünkü telefonumda numarası halen ‘Dalgıç’ olarak kayıtlıdır. Muhabbetler derinleştikçe Onun da kalkan balıkları ile taş balıkları ile çarpan balıkları ile olan anıları her erkeğin askerlik anıları gibi konuya dâhil olur. Böyle bi adamı telefonuma ‘manav’ diye kaydedecek halim yoktu. İsim özürlü olduğum için ilk tanışmalarda kodlanan imge kalıyor aklımda; genelde ritüel bağlamında olan isimlerimiz uçuyor hafızamdan. Hangi ritüelimiz aklımda kalsın sahi? Yasaklar gidiyor, yasaklar geliyor allı yeşilli… Arada dumura uğruyor gündelik akıl. Artık hayatta ancak aklını fazla kullanmayanlar ve bizim gençliğimizde dendiği gibi “firi takılanlar” tıkır tıkır yaşıyor gibi geliyor bana… Ya bunu yapamayanlar? Aklını gündelik hayatta da üretken kılmak isteyenler ne yapacak? “Bulmaca çözsünler” diye şirinlik yapmazsanız yapılacak işlerden biri sanat yapmaktır herhalde diyeceğim bende…
 
    Neco, üretken bir akla sahip olduğundan sanat onun şapkalarından biri olmuş durumda. Üretken akıl deyince gevezelik kastedilmiyor elbette. Bir fikir ve onun somutlaştırılmış bir yansıması yani sanat eseri olarak meydana çıkarılmış halini kastediyorum… Dalgıçlık ile uğraşan Necdet Kutoğlu bu yüzden sadece anılarını arkadaş sohbetlerinde anlatmakla yetinmedi. Mozaik yaptı, akrilik resim yaptı bir fikre dönüştürdü onları. Çanakkale Savaşı ile ilgili Avustralya ve Türkiye arasındaki bir protokolden doğan resim yarışmalarının yıllarca fikir takipçisi oldu. Eserler üretti ve bu konuda bir koleksiyona sahip şimdi. Yani doğurgan bir akla sahip. Akıl fazla üretmeye başladı mı bizim gibi toplumlarda onu bir yere oturtmak da zorlandığımız için ürettiklerini zaman zaman nitelemekte zorlanıyoruz şimdi. Öyle ya; bizim toplumumuzda felsefe, psikoloji, sosyoloji de kültür ve sanat gibi üvey evlattır. Bilinçaltı deyince kaç kişi bir şey anlıyor? Herkes bir bilinçaltının olduğunun farkında mı acaba? Bilinçaltının asıl gerçekliği temsil ettiğini düşünen sürrealistlerin her ne kadar yerküremizde 93 yıldır bu akım bir şekilde var olmasına rağmen aramızda ne kadar ilgi duyanı vardır? Tamamen umutsuz olmaya gerek yok, oradan buradan toplama bilgilerle de olsa bu tartışmayı herhangi bir yerde yapabiliriz. Ne ki gerçekten kendi bilinç akışını açacak pek az babayiğit çıkar ortaya. Zaten ona babayiğit özellikle dedim çünkü “deli” filan demek akla ilk gelecek nitelemedir genellikle. Delilik bulduğumuzdan değil tabii yaşadığımız hayatta bir yere oturtamamaktan “deli” deriz. Yoksa kimin haddine üreten birinin resimlerine böyle diyebilmek? Bir Çin anlatısında verilen mesaj gibi “hata bulmak kolay; öyleyse resimleri siz yapında görelim, bakalım; kaç kişi çıkacak?”
 
     Neco’nun Güzel Sanatlar Galerisinde şu sıralar devam eden sergisini izlediyseniz, büyük tuvallerin içinde canlı renklerin arasına düşeceksiniz. Biraz sabredersiniz figürlerin arasında kafanızın oynamaya başladığını ve sanki bu dünyaya ait olmayan sorular sormaya başladığınızı hissedeceksiniz. Bu sorular bilinç akışını takip eden sergideki resimler için elbette. Kapıdan taraftaki ilk iki resim ve güncel/gündemden konulardan etkilenildiği belli olan iki belirgin resim diğerlerinden farklı… Dolayısı ile sergideki resimleri üçe işleri ise dörde ayırmak doğru olur. Bir de balık derisinin kullanıldığı ilginç enstalasyonlar var sergide. Ayakkabı balığı görmek ilginç gelebilir veya böbreklerinden kaya düşüren taş balığı… (Nitelemeler bana ait) Fikir olarak çarpıcı ama bildirisi biraz muallâk bana göre. Eğer hayvan sever iseniz hoşunuza gitmeyebilir de…
 
     Aslında uzun süredir kültür sanat üzerine bir şey yazmıyordum. Face dışında. Neco özlemiş herhalde biraz kendi kaşındı. Iraklı fotoğrafçı arkadaşımız Kamal’ın foto mizansenleri içinde ben de bu yazıyı karaladım. Tiyatrocu arkadaşımız Yaşar Kapucu’da bize katıldı ve eğlenceli bir sergi performansı gerçekleştirdik. Sanırım, dışarıdan bakan birileri “bu eşek kadar adamlar çocuk gibi ne yapıyorlar öyle” filan demişlerdir halimize. Bu kebapçı (!) afişli Necdet Kutoğlu sergisinde bilinç akışımız dâhilinde olmayan keyifli süreci yaşattığı için Neco’nun kendisine bizzat teşekkür etmeyi borç bilirim. Sergi izlenim defterine birinin yazdığı gibi tek kelime ile “farklı” bir sergi ve görülmeye değer. “Spatulaların çarpışması ve Yem” ise benim bu sergi için isim önerim. İşin ilginç tarafı yemin kendisi Neco… İşte buradan doğru hayvan severlerin eleştirilerini biraz hafifletebilir.
 
    Necdet Kutoğlu son dönem Zonguldak’ta resim sanatının patlamasında etkin olmuş isimlerden biridir kuşkusuz. Ona Almanya’da açılacak sergi için şimdiden başarılar diliyorum.  (Fotoğraflar Kamal Bayati)