İşçi sınıfı kıpır kıpırdı… Şimdi hayal gibi ama bizcileyin militan işçilerin o zamanlarda bile “mücadele kaçkını” olmakla suçladığı Türk-İş, parlamentoda görüşülmekte olan emek düşmanı yasalara karşı, beş yüz bin kişilik gösteriler düzenliyordu Ankara’da. AKP karanlığından beslenen işbirlikçi Memur-Sen’in adının bile anılmadığı yıllarda kamu çalışanları hareketi dimdik ayaktaydı… Copa, panzere, biber gazına aldırmadan yüz binlerle işgal ediyordu alanları… Havuzlarda özenle beslenen ördekler henüz kuluçkaya bile yatmadığı için, gazeteciliğin köküne kibrit suyu dökülememişti daha, kısmen de olsa “doğru habere ulaşma hakkı” bulunuyordu insanların…
ZIRVA O KADAR TEVİL GETİRMEYECEK TÜRDENDİ Kİ
“Yalan” her zaman revaçtaydı ya, tarih, “Yalanın en çok prim yaptığı, dezenformasyonla toplumun en kolay şekillendirildiği dönem” olarak yazacak bugünleri herhalde… Her şey gibi yalan da “yalama” oldu ülkede… O kadar çok sıradanlaştı, öylesine bağılaştı ki boyutu, önemi, peşini süreni, ciddiye alanı da kalmadı… Türk Pop Müziği’nin kurucu isimlerinden Erol Büyükburç yaşamını yitirdi geçtiğimiz hafta içinde… Gelen haberlere göre müziğin büyülü sesi evinde ölü bulunmuştu. Bundan mağduriyet çıkarmak isteyen kaçak saray mukimi, ekranların karşısında, “Özellikle de yarınki bir program öncesinde böyle bir şeyin gerçekleşmiş olması düşündürücüdür.” buyurdu. Büyük ustanın öldürülmüş olabileceğini iddia ediyordu açıkça… Devletin zirvesindeki zatın, ülkenin bir değerinin ölümünü şüpheli bulması üzerine gidilmesi gereken bir şeydi…
Normal koşullarda ertesi gün bu iddia üzerinden fırtına kopması gerekirken, havuz medyası dahil çıt çıkmadı kimseden… Ağzına geleni aklına estiği gibi söyleyen zatın sözlerini ciddiye alan olmadığı gibi zırva o kadar tevil getirmeyecek türdendi ki, arkasından, tashihe yönelik bir açıklama da gelmedi. “Kabataş’ta benim türbanlı bacıma saldırdılar”, “Camide içki içtiler”, “17-25 Aralık’ta darbe yapmak istediler”, “Sümeyye’yi öldürecekler” yalanlarını kendilerini tarih önünde komik düşürecek bir gayretkeşlikle cilalamaya çalışan havuz başı ördekleri bile görmezden geldi… İpe sapa gelir hiçbir yanı yoktu çünkü. Nitekim kızları, babalarının kalp krizi sonucu öldüğünün doktor raporu ile sabit olduğu söyleyerek tartışmaları büyümeden bitirdi…
HOCASI BÖYLE YAPAR DA TİLMİZİ DURUR MU?
Balık baştan kokmuştu bir kez… Hocası böyle yapar da Zonguldak’taki tilmizi durur mu? AKP eski il başkanı, şimdilerin milletvekili aday adayı Hamdi Uçar, Pusula televizyonunda çıktığı programda Zonguldak’ın beş sorununu saymış ve eklemiş ardından: “Seçilirsem, bu sorunların çözümü için başbakanın paçasından tutacağım.” Hepimiz karşısındaki sunucu gibi dut yemiş bülbülüz ya, hiç sormayacağız sanki: “Yahu Hamdi Uçar, sen 6 yıl ilçe 7 yıl il başkanlığı yaptın. Hangi işin neresinden tuttun da, milletvekili seçilince başbakanın paçasını tutacaksın? İl başkanı iken 81 kişiden biriydin hiçbir halt beceremedin de milletvekili seçilip 200-250 kişiden biri olunca mı becereceksin? Toplumun zekâsıyla dalga mı geçiyorsun?” Bay Uçar vekili olur mu, olursa kimin neresinden tutar bilemem… Bildiğim tek şey torunlarımızın iki eliyle tüm AKP elebaşlarının yakasından tutacağıdır…
Ya Zonguldak Belediye Başkanı Muharrem Akdemir’in Ontemmuz Mahallesi’ndeki Kuran Kursu açılışındaki, görüntülerine ne demeli? Yanlış anlaşılmasın belediye başkanının böyle bir açılışa katılmasında hiçbir sakınca yok, ancak, Kuran Kursu açılan yer Alevi nüfusunun Zonguldak’ta en yoğun yaşadığı mahalle olunca insan merak ediyor, bu yurttaşlarımızın cemevi gereksinimi ne zaman karşılanacak? Zonguldak’ın kültürel birikimini kucaklayıp yarınlara aktaracak bir etnografya müzesi için, herkesin içinde söz verdiği halde, kılını bile kıpırdatmayan Akdemir, bu kentte önemli bir nüfusa sahip olan Alevi vatandaşlarımızın bu talebini de görmezden geliyor. Gözlerini yumup, huşu içinde edilen duaya katılan Akdemir’e işi başka, dili başka olanların bu dünyada ciddiye alınmadıkları gibi öbür dünyada dualarının kabul olmayacağını anımsatmak isterim…
GARİP GELDİ, GARİP GİTTİ
20’li yaşlarla 30’lu yaşların ilk dilimini TTK Ulaştırma Müdürlüğü İş Makineleri Tamir Atölyesi’nde devirdim. Bin türlü meşakkate rağmen çalışmaya doyamadığımız günlerdi… Dostluğun, arkadaşlığın, dayanışmanın en geçer akçe olduğu o günlerde, elinden iş kurtulmayan zıpkın gibi gençlerdik. Asi ruhumuz bile dört elle sarılmamızı engelleyemiyordu işimize. Nayip Özsoy en sessizimizdi içimizde… Küçük yaşta bir iş cinayetinde babasını yitirmiş, onun yerine TTK’ye işe alınmıştı… Bin türlü mahzunlukla geçen çocukluk yılları, gençlik yıllarına durgun bir kişilik olarak yansımıştı. 30 yıldan fazla çalıştığı TTK’den geçen yıl emekli oldu. Çocukları da büyümüştü epeyce. Tam “Huzura kavuştum” derken akıl almaz bir trafik kazası hayattan aldı onu. Pırıl pırıl güneşli bir günde, her yanında çiçekler açan baba toprağına teslim ettik… Hüznümüzü, bambaşka güzellikle yeşeren toprağın doyumsuz güzelliğine gömdük… Nayip Özsoy garip geldi, garip gitti… Onu uğurlayan arkadaş topluluğu bir yandan birbiriyle hasret giderirken, gençlik yıllarının olu oluk kanayan anılarını da sarmaya çalışıyordu… Güle güle güzel arkadaşım… Umarım bu dünyada sana huzur vermeyen hayat öbür yanda yüzüne güler…