Prof. Sinan Canan’ın “Asıl meselemiz, söyleyemediklerimiz, yazamadıklarımız, haykıramadıklarımızdır…” sözü, yalnızca birkaç kelimeyle toplumun içinde biriken, dillerde düğümlenen gerçekleri açığa vuruyor. Düşünelim; kaçımız gün içinde düşüncelerimizi özgürce dile getirebiliyoruz? Kaç kişi, duygularını saklamadan ifade edebiliyor ya da çevresinde gördüğü haksızlıklara rahatça karşı çıkabiliyor?

Bireyler olarak her gün, en basit sorunlarda bile kendimizi kısıtlanmış buluyoruz. Sanki bir “sınır” çizilmiş gibi, bu sınırın ötesine geçmek yasak ve geçmeye kalkarsak cezalandırılacağımız bir sistemin içinde yaşıyoruz. İşyerinde haksızlığa uğrasak, sesimizi çıkaramıyoruz; mahallemizde bir sorunu dile getirmek istesek, bizi “aykırı” görüyorlar. Toplumsal dinamikler bireyleri sindirirken, giderek daha fazla içe kapanıyor, susuyoruz. Ve bu suskunluk sadece bireyi değil, bir bütün olarak toplumu çürütüyor.
İnsan, düşüncelerini söyleyemediğinde, haksızlıklara itiraz edemediğinde yalnızlaşır. Ama biz, bu yalnızlık içinde toplumsal bir yalnızlığa sürükleniyoruz. Artık sadece kendimizden değil, tüm toplumdan kopuyoruz. Bu noktada, “niçin bu kadar susuyoruz?” sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Çünkü sustukça var olan düzensizliklere, eşitsizliklere katkıda bulunuyoruz. İtiraz etmemenin, harekete geçmemenin bedelini biz ve bizden sonra gelen kuşaklar ödeyecek.
Şimdi düşünelim: Biz gerçekten “söyleyemediklerimiz” kadar mıyız? Sessizce beklemek, umut etmekle değişim gelecek mi? Yoksa artık suskunluğumuzdan sıyrılmalı, düşündüğümüzü, hissettiğimizi cesurca ifade mi etmeliyiz? Özgür bir toplumun yolu, ancak özgürce konuşan bireylerin varlığıyla açılır. Toplumu ve bireyi ilgilendiren meseleler, ancak cesurca konuşulduğunda ve yazıldığında çözülebilir.
Bu yüzden, her birimizin kendi içindeki bu suskun zinciri kırması gerekiyor. Çünkü asıl mesele, sessizliği kabul etmemekte; asıl mesele, haykıramadıklarımızın peşine düşmekte.