En zor günleriydi ömrümün… Otuz yıldır büyük bir aşkla görev yaptığım kurumda, şimdi benim akıbetimi bile mumla arayan bir kısım zevatın ayak oyunlarına kurban gitmiş, tırnaklarımla kazıyarak geldiğim servisin başından alınarak, bir köşede oturmaya mahkûm edilmiştim. Cezaların, olabilecek en ağırı verilmişti bana… Kendi içimde derin sorgulamalarla geçirdiğim karlı bir günde, birden bir hareketlenme oldu çevremde… Koşuşturmacanın nedeni çok kısa zamanda belli oldu, -630’da bir degaj olmuş, özel sektörde üç kuruşa çalışan pek çok arkadaş, püsküren binlerce ton kömürün altında kalmıştı. İçim yana yana koştum kuyubaşına… İlk bilgilere ulaşmaya çalışırken, acılı ağıtlar yükselmeye başlamıştı bile… Yine bir Zonguldak klasiği yaşanıyordu ocak başında…
Birden tüm uğultuları bıçak gibi kesen bir ses yükseldi kulaklarımıza… “Babam,” diyordu boşlukta çınlayan çocuk sesi, “babamdan haber verin bana, öldüyse de söyleyin. Ne olur gizlemeyin. Babamdan haber verin bana, ne olur babamı gösterin...” Kuyubaşında bulunan ayrımsız herkes başını o sese çevirdi acıyla… Soğuktan kıpkırmızı olmuş yüzü ve üzerinden çıkarmaya fırsat bulamadığı okul önlüğüyle babasını aramaya gelen bir madenci oğluydu haykıran… Üç, dört kişinin zapt etmekte zorlandığı dal bedenin üzerine yoğunlaşan yağmur bulutu gözler, bardaktan boşanmış gibi akıyordu artık yere… Çok geçmedi, alkışlar, haykırışlar, sevinç çığlıkları arasında çıktı baba ocaktan… Buluşmalarının sıcağı, bir süreliğine de olsa endişeli kalabalığın yüreğini ısıtmaya yetmişti…
DAHA DA BÜYÜK ACILARIN PUSUYA YATTIĞINI NEREDEN BİLECEKTİM
O günü “Babasını arayan oğula mektup” başlığıyla kaleme aldım Halkın Sesi’nde… “Güzel yavrum, ölüm, bu ellerin hiç değişmeyen yaman bir yazgısı olarak sunuluyor bize. Ölümlerden gelip ölümlere gitmek, tanrı Hades’in bir fermanıymış gibi anlatılıyor. Daha çok küçüksün, düşünmeye bile fırsatın olmamıştır henüz bunları… Ölüm, neden hep bizlere; hayatı hep meşakkatle geçmiş, gün yüzü görmemiş, bir gün bile ağız dolusu gülememişlere; derinden bir ‘oh’ çekememişlere düşüyor sence? Tıpkı yerin en derininde çalışmak gibi, hayatın en dibinde yaşamak neden kaderimiz sayılıyor?” sorularıyla boğuştuğum o yazıda, “Yanıtlaması gerçekten zor sorular bunlar. Eminim ki, büyüyünce sen de bu soruların yanıtını arayacak, bu kısır döngünün aşılması için savaşacaksın karanlıklarla.” cümlesini de kurmuştum…
Daha da büyük acıların pusuya yatıp onu beklediğini bilmediğim için, “Adım gibi eminim ki, sizi sofradan gözü karnı tok olarak kaldırmaktan, ele güne muhtaç etmemekten başka bir beklentisi de yok babanın hayattan. Bu yüzden, ne okşarken yanağını acıtan nasırı, ne de gözlerinde ki sürmeleri utandırsın seni... Onun her yanına kömür isi bulaşmış kirli elbiseleri, en büyük onurun olsun. Biz başaramadık, büyü, koca adam ol, başka Doğukan’ların babalarının yitmemesi için mücadele et hayatla. Şairin dediği gibi, bizim ışıtamadığımız suları, ışığınla, sen aydınlat... Dediğim gibi gül yüzlüm, seni bir daha görebilir miyim, bilmiyorum. Ama nerede, kaç yaşında olursan ol, ‘oğulların en hası, yanağı en öpülesi’ olarak bir yerin var gönül evimde...” diyerek bitirecektim yazıyı…
KOZLU’DA PAS GEÇEN ECEL, GELİP, GELİK’TE BULDU
O cehennemden sağ çıkan Mustafa Sarı, oğlu Doğukan’ı gülen bir yüzle sofradan kaldırabilmek için yeniden daldı eksili karanlıklara… Kozlu’da değil de, Gelik’te çalışıyordu bu kez… Çalışma şatları da, aldığı ücret de aynı ilkellikle sürüp gidiyordu… Yine helalleşerek evinden çıkıyor, tıpkı daha önceki gibi, yüreği ağzında dalıyordu yerin yüzlerce metre altına… Sağ salim ocaktan çıktığı her gün, felekten çalınmış fazladan bir ömürdü onun için… Ölümlerden gelip, ölümlere gidilen kentin kaderini yazan madrabazlar, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan garibanlara başka türlü yaşama şansı tanımıyordu ne yazık ki… Meydana gelen göçükle o şansı da kalmadı Mustafa Sarı’nın… 2013’te Kozlu’da pas geçen ecel, 2016 Kasım’ında, gelip, Gelik’te buldu…
Ailenin dramı bununla da bitmeyecekti… Oğul acısına dayanamayan baba Mehmet Sarı, torun Doğukan’ı, baba acısını hafifletmek için yaslandığı omuzdan yoksun bırakarak, verecekti son nefesini… Bu kez ölümün adına kalp krizi denecekti... Şairin, “Kurumadan babaya dökülen yaşlar, oğulların öyküsü başlar” dizeleriyle lanetlediği kentte, çevrim bu kez tersine dönecek, yitip giden oğula dökülen yaşlar kurumadan, babanın dramı çıkacaktı manşetlere… Ah Doğukan, oy benim güzel yavrum… Ölümün hep bize düşmesi inan ki kader değil… Adım gibi eminim ki bir yerlerde yazılmış böyle bir yazı da yok kesinlikle… Haramzadeler kendi saltanatlarını sürdürmek için uydurdular onu… Kader, din, tevekkül sosuna bulayarak da bizlere inandırdılar daha sonra… Oy sesi dağlarda yankılanan evlat, bunları görerek büyü ve kır bu alçak zinciri… “Bir umudum sen de, anlıyor musun!”