Farkındayım oldukça iddialı bir başlık oldu bu. Ne yalan söyleyeyim, boyumu, çapımı, birikimimi de aşıyor epeyce...
Hep söylüyorum, vazgeçtim koyundan keçinin bile bulunmadığı yerin Abdurrahman Çelebi’leriyiz biz…
Hal böyle olunca haddimizi aşan işlere kalkıyoruz, konuları derinlemesine ele alabilecek birikimdeki insanlar susuyor çünkü…
Başta kentsel statüko ile AKP iktidarının kendinden başka her türlü fikri aşağılayan, yok sayan, dışlayan, ötekileştiren despotluğu çok büyük etken bunda…
Ancak, bazı tartışmaları, yine de, yapmak gerekiyor…
Aslında bu yazıyı çok daha önce kaleme alacaktım, Rektör Mahmur Özer’in BEÜ’yü, muhafazakâr kültürün önemli taşıyıcılarından biri yapma gayretkeşliğini tehlikeli buluyordum zira…
Hemen söyleyeyim: Hat, minyatür, tezhip, ebru gibi geleneksel sanatlar her dem ilgi alanımdadır; tasavvuf edebiyatının da, müziğinin de oldukça geniş bir yeri var gönül bahçemde…
Bir Bektaşi nefesi, bir ney sesi, bazen bir ilahi, alır, kimilerinin aklının bile alamayacağı huzur deryalarının kapılarını açar önümde…
İnsan-ı kâmile ulaşmaya çalışan erenlerin ışığıyla içimi yıkarken, dünyanın kirinden pasından arındığımı hissederim…
Sözün kısası bu kültürle hiçbir zorum yok, ancak, başka hiçbir insani birikim yokmuş gibi yalnızca bunu yaymaya çalışan tekçi anlayışlara da karşıyım…
 
BEÜ: MUHAFAZAKÂR KÜLTÜRÜN KALESİ
Karşıyım, ruhumuz yalnız bunlarla beslenmiyor çünkü çağdaş sanatların, dünya kültürlerinin de insanın insan olma sürecine büyük katkısı var…
Sayın Rektör kendi vaaz ettiğinden başka kültür yokmuş, üniversitelerde olamazmış, diğer fikirlerin üniversite ile buluşması zararlı sonuçlar doğuracakmış gibi bir tutum sergiliyor…
Dileyen, BEÜ’nün son birkaç yıldır konuk ettiği yazar, çizer, müzisyen, sosyal bilimci kadrosuna inceleyebilir; o arşiv, üniversitenin internet sitesinde duruyor…
Fahri doktora unvanı verilenlerin, etkinliklere konuşmacı çağrılanların hepsi, kimi küçük farklar olsa da, aynı tornadan çıkmış gibi duruyor…
Daha da kötüsü, “Büyük üstat” güzellemeleriyle davet edilip, çeşitli biçimlerde onurlandırılan epey insanın, kendi alanlarındaki niteliği de tartışmalı epeyce; kimilerininse İslamcı çevre dışında hiç tanınırlığı bulunmuyor…
Aralarında AKP kurucuları, üyeleri de bulunan zevatın tek ortak noktası, muhafazakâr, İslamcı kültürün taşıyıcısı olmaları yalnızca…
Bu durum kimilerinin çok hoşuna gitse de, üniversitenin profilini aşağılara düşürüyor…
Kabul etmek gerekiyor ki, Mahmut Özer’in rektörlüğünde, pek çok yeni fakülte açılarak öğrenci sayısı önemli ölçüde arttı BEÜ’de, üniversitenin kentle bütünleşmesi yolunda epey bir mesafe kat edildi…
Ancak, bir üniversiteyi evrensel anlamda bir eğitim kurumu yapan çoğulculuk tümden kayboldu; bilimsel gelişmenin temeli olan şüphecilik reddedilerek, siyasal atmosferin de baskısıyla oluşturulan statüko, hiç değişmeyecek bir paradigma olarak pompalandı üniversitede…
Her türlü fikrin özgürce kendini ifade edebildiği, yarıştığı bir çiçek bahçesi olması gereken yerde, ne yazık ki diğer renkler ezildi…
 
İTÜ, BOĞAZİÇİ, KOÇ, SABANCI BAŞKA YASALARLA MI YÖNETİLİYOR
 “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan akademisyenlere yapılan uygulamalarda da, BEÜ, bu profiline uygun bir yerde durdu…
ODTÜ “Her türlü melanetin başı” sayıldığı için oradan örnek vermeyeyim: İTÜ, Boğaziçi, Koç, Sabancı, Bilgi, Bilkent, Hacettepe, Yıldız gibi akademik anlamda uluslararası düzeyde kabul gören üniversiteler, bildiriye imza atan öğretim üyeleri hakkında soruşturma açmaya bile gerek görmezken, BEÜ’de neredeyse linç girişimi başlatıldı…
Mahmut Özer, bildiriye karşı en sert açıklamayı yapan ilk rektör olarak tarihe geçti hatta…
Evrensel ölçekte üniversite olma yolunda çok daha fazla adım atmış, bilimsel başarıları BEÜ ile kıyas bile kabul etmeyecek bu üniversiteler başka yasalarla mı yönetiliyordu?
Elbette hayır! YÖK’ün bilim ahlakına aykırı talimatları, sarayın hukuk dışı buyrukları, adını bile doğru yazmaktan aciz sosyal medya infazcılarının çığırtkanlığı bizdeki gibi para etmedi oralarda…
Akademik özgürlük, bilimsel ahlak bunlardan daha baskın çıktı…
Üniversiteden daha çok “yüksek lise” olmaya meyyal ve önemli bölümü bilim üretmekten daha çok kentin ekonomisine katkı sunmak için kurulmuş taşra üniversitelerindeyse, bildirinin içeriğine katılmadığını, kullanılan kimi sözcükleri sorunlu bulduklarını söylemekle yetinmeleri gerekenler adeta terör estirdi…
Bunun da sonuçları oluyor elbette…
Akademik özgürlüğü bulduğu her fırsatta ayaklar altına alan, bilim duygusundan uzaklaşan bu tip üniversiteler, kadro olduğu halde, bir de bu nedenle hoca bulamıyor…
Profesör bulunması gereken birçok bölümün başında yardımcı doçentlerin olması bunun sonuçlarından biri örneğin…
Ne derseniz deyin, beynindeki prangalarla hiç kimse araştırma yapmak istemiyor…
Şimdi yazımızın başlığına geri dönelim: “Bu kafayla giden BEÜ gerçek bir üniversite olabilir mi sizce?”