Bütün çocukların bin bir çeşit hayalleri olur yaşama dair ve birde bütün çocukların gerçekleri.
Lafı sözü dolandırmayı pek sevmem ama bazen girizgâh yaparken bir yol aralamak adına çitişi yor kelimeler, bu benim beceriksizliğimden de olabilir aslına bakarsanız. Şöyle epeyce kalınından bir iki paragraf yazdım ve sildim konuya girebilmek adına, yine düğümlendi kelimeler doğruyu söylemek gerekirse, yine yolu aralayamadım anlayacağınız.
Rüzgârlımeşe de hani o İnebolu çeşmesi olarak kendini tescillemiş yol kenarındaki çeşmenin üzerindeki bir evde doğmuşum ve o çeşmenin üstündeki elli metre kadar olan düzlükte geçti çocukluğum. Yazılarımı okuyanlar o meşhur dut ağacını da iyi bilir. İki katlı sıra sıra dizilen evlerin kömürlüklerinin önünde, mahalle kültürünü ciğerlerimize çekerek sarıldık hayata. Boşuna demiyorum boşuna dile getirmiyorum halis muhlis Organik olduğumu.
Bir yazı okudum gün içinde, bir arkadaşım çocukluğunun üstünden geçmiş özlemle, öyle güzel anlatmış ki ona öykündüm sanırım bu gün. Dolayısıyla aklıma çocukluğum ve içine gizlediklerim geldi. Bir filim şeridi gibi taradım arşivimi ve ne ilginçtir ki yine tutamadım kendimi ve satırlara doğru akmaya başladık.
Rüzgârlımeşe ve İnebolu çeşmesi.
Mahallemizin bir terzisi vardı, annemin en kıymetli dostlarındandı kendisi, Saliha abla, rahmet diliyorum çok oldu kaybedeli.
Annem her fırsatta onun yanında alırdı soluğu çünkü kendisi de bir terzi adayıydı. Ustasından teknikleri kapmak adına bilgi alışverişi yapardı sürekli, hoca bellemişti Saliha ablayı. İkisi de iyi dikiş dikerlerdi, annem küçük işleri alır Saliha ablada daha kıdemli bir terzi olarak daha ciddi müşterileri ağırlardı evinde. Hep geride kalana özlem duyarız ya eskinin dostluklarına eskinin tecrübelerine, buda öyle bir şey sanırım. Aslında bugünün içinde de çok kıymetli anlar çok kıymetli dostlar saklı, görmeyi, dokunmayı, hissetmeyi bilene. Belli ki kaybedince yitirince dokunuyor yüreğe ve sonradan buram buram özlem kokuyor geçmiş malumunuz üzre.
Kendi arşivim üzerinden gidecek olursak, tanıdık bildik yaşanmışlıklarla eşdeğer anılar çıkıyor içinden. Henüz ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiyim o yıl Türkiye genelinde bir şiir yarışması düzenleniyor dönemim Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve onun adına düzenlenen şiir yarışmasında biz öğrencilere bir fırsat sunuluyordu. Nasıl heyecanlanmıştım, ne büyük hayaller kurmuştum, bu gün sahnelerde okuduğum her şiir o şiirden miras kalan bir aşk bana göre.
Hemen başladık karalamaya, tema anneydi ve annem bu konudaki bilirkişimdi. Çünkü annesini ideol olarak en başa koyan kız çocuklarından biride bendim. Şiirimi yazdım ve Ankara’ya postaladı okul.
“Çocuğun sevgisiyle annenin kalbi yanar
Güldüğünü görünce içinde sevinç doğar
Yavrum diye sarılır ona açar kollarını dolar boynuna
Yavrum diye bağrına basar annenin sevgisi çocuk”
Bu benim ilk şiirimdi, ilkokul dördüncü sınıfta karaladığım, ciddiyetini ise kırk yaşımdan sonra algılayabileceğimi hiç düşünmemiştim doğrusu. Zira ilk kitabımı kırk yaşımdan sonra çıkartmıştım, ilginç gelir bana yaşamımın arasına gizlenen doneler sonradan sonradan.
Her neyse, o yıl benim için çok şeyi bir arada yaşadığım bir yıldı. İlkokul dördüncü sınıf ve şiir yarışması ve yirmi üç nisan ve annem!
Biz eskiden bayramları hele ki çocuk bayramlarını çok daha kıymetli kutlardık, çok daha önem arz ederdi bugünle mukayese edebildiğimizde. Dedim ya eskiye özlemden de kaynaklanabilir bu hisler. Bir örnek giyinir, stadyumun içinde dünyanın en güzel en anlamlı çiçekleri olarak açardık. Eskiden yani bayramların coşkusu solmadan soldurulmadan önce!
Yukarıdaki satırlarda söz ettiğim gibi annem iyi bir terziydi ve kıyafetlerimizi annem dikerdi, dört kız ve bir erkek çocuğu olunca iş başa düşerdi yani. Bayram kıyafetlerimiz belirlenmiş annemde oturmuştu dikiş makinasının başına. Beyaz pilili bir etek ve üstüne siyah balıkçı bir kazak ve altına da siyah ayakkabı gerekiyordu, birde beyaz külotlu çorap. Eteğim prova aşamasına gelmişti evin içinde döne döne bacaklarımın cılızlığını düşünmeden bir genç kız olma hevesiyle dönüp durdum dakikalarca. Annemin nedensiz yüzü buruşuyordu, durduk yere kendini kasmasını anlayamıyordum, sevincime gölge düşüyor bende kasılıyordum. Pazara giden komşulara ısmarlandı çorabım çünkü annem iyice kıvranmaya başlamıştı canı belli ki çok yanıyordu, gecenin bir yarısına kadar dayanmıştı ama nafile. Apar topar hastane ve annemin apandisi patlamak üzere gelmişken ameliyata girmişti.
Benden bir yaş büyük ablam koşuşturuyordu hastane ve ev arası, o gecede annemin yanında kalmıştı ablam. Komşularımıza emanet edilen bizler ise kendi başımızın çaresine bakmaya çalışıyorduk. Sabahın köründe bir başıma bayram hazırlığına girişmiştim. Ayakkabılarımı babamın ayakkabı boyasıyla siyaha boyadım, alacalı alacalı olmuştu ama olsun ilk bakıldığında daha çok siyah gibi duruyordu ya olmuştu bence. Eteğimin fermuarı ve kopçası yoktu dikememişti annem yetişmemişti çünkü hastalanınca yarım kalmıştı.
Giyindim kuşandım ve o fermuarı olmayan eteğime hastaneden eve koşan ablamla kocaman bir çatal iğne taktık. Ara sıra açılıyor etime batıp canımı yakıyor olsa da olsun bugün bayramdı ve benim çok güzel bayram kıyafetlerim vardı, dahası ben çocuktum.
Bütün coşkusuyla kutlanan törenler bitmiş ve annemi ziyarete gitme vakti gelmişti. İki kız kardeş koşar adımlarla yürüyorduk, kendimi hem çok güzel buluyor, hem de annemi görme heyecanıyla hastaneye doğru koşuyorduk. Kazağımı eteğimin kopçası gözükmesin diye çekiştirip duruyordum, buda hareket sınırımı kısıtlıyordu. Derken düştüm ve külotlu çorabımın dizi yırtıldı ve bir parçada kan bulaştı çorabıma tabi ki o düşmeyle kopçasından açılan çatal iğne de en sert şekliyle geçti derime, çekiverdi bi çırpıda ablam iğneyi. Bütün bunlara rağmen hastaneye annemin yattığı odaya varmıştık. Eksikleri noksanları tolere ederek bayram kutlanmıştı ve şimdi annemin sağlığı sıcaklığıydı önemli olan. Annem kendine gelse de yüzündeki o ekşilikten kurtulamamıştı henüz, yine canının yandığını düşündüm usulca sokuldum yanına. Biraz kızmıştı sanki öyle düşünmüştüm, ilk sorduğu çorabımın yırtığıydı çünkü. Her hatamın üzerinden kendimi darağacına asmam sanırım o yıllardan kalma. Çok basit bir hatanın bile bedelini ağır ödetiyorum kendime işte bu yüzden sırf bu yüzden vaktinden önce soluyor çiçekler. Daha dikkatli olmalıydım vesvesesi ömrümü yedi. Ablam, yani ikinci annem göz ucuyla teselli veriyordu bana, yaşından büyük tavrıyla annemin eksiğini tamamlıyordu sanki. Aramızda bir yaş olmasına rağmen sorumluluk duygusu daha erken olgunlaşmıştı şartlar yüzünden…
Bir çocukluk rüzgârı esti bugün arşivimden, anılar bizi biz yapan değerlerimiz, kıymetlimiz. Ruhum asılı kalsa da o zaman diliminde, yine de yaşamın anlamı değişmiyor hiçbir zaman. Tutunmak zorundayız hayata başka türlüsüyle zamana kafa tutulmuyor çünkü.
Olsun o gün bayramdı ve benim pilili eteğim vardı ve siyah ayakkabılarım ve ödüllü bir şiirim.