Türkiye solunun bir vefa abidesi olarak gönlümde bambaşka yeri olan Attila Aşut ağabeyimin Odatv’de yayımlanan yazısından okudum, Bülent Habora da ağmış yıldızlara… “Arkadaşımız, uzunca bir süredir kanser sağaltımı görüyor, ayrıca diyalize giriyordu. Ancak bir ‘eski tüfek’ olarak bu koşullarda bile savaşımdan ve yazma uğraşından vazgeçmemiş; Evrensel gazetesindeki ‘Palmiyealtı Yazıları’nı 15 Nisan 2014 tarihine değin sürdürmüştü. Durumu ağırlaşınca, 17 Nisan’da Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Ne yazık ki son 1 Mayıs’ı göremeden aramızdan ayrıldı.” diyordu Attila ağabey. Haberi okuduğumda, ilk gençliğimde uç veren yemyeşil bir dal kırıldı içimde… Akşamın ilerlemiş saati olmasına karşın Attila ağabeyi arayarak acısını paylaştım. Yazısından anladığım kadarıyla sıkça olmasa da sürekli görüşüyorlarmış Bülent Habora ile… Epeyce anılardaki Habora’yı konuştuk… Hüzünlüydük…
Şahsım gibi 70’li yılların ortalarından itibaren hayata sol kulvardan bakanlar hemen anımsayacaktır, Bülent Bey, ismini soyadından alan Habora Yayınevi’nin sahibiydi. Bulgarcadan dilimize çevrilen romanları yayımlıyordu daha çok. “Partizan serisi” olarak tanımladığımız o romanlar istencimizi bilediği kadar, düşlerimizi de körüklüyordu... Bulgar partizanlarının Alman faşizmine karşı verdiği o destansı savaşımı tepeden tırnağa inanç ve ümitle dolu yüreğimize nakşediyorduk adeta. Saysam sayfalar yetmez herhalde… Dimitir Dimov’un “Tütün”ü May Yayınları arasında çıkmıştı galiba ama çok iyi biliyorum ki Makro Marçevski’nin “Parti Sırrı”, Emil Korelev’in “Partizanın Kızı” ve şimdi yazarlarını anımsamadığım “Partizan Sıbi”, “Parti Savaşı” o seridendi.
O KİTAPLARIN HİÇBİRİ YOK KÜTÜPHANEMDE
Nasıl unuturum, Mitka Gribçeva’nın “Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum”u yürek ucu kitabıydı her birimizin. İkinci kitabı “Yaşadım Diyebilmek İçin” olan roman, Gorki’nin “Ana”sı ile Arkadiy Vasiliyev’in “Saat On Üçte Sayın Generalim”i gibi tıpkı, hıncımızı artırıp bir düşten bir başka düşe salıyordu bizi. Bugünkü birikimimden bakınca yazınsal niteliklerini biraz tartışılır bulsam da su içer gibi okuduğum o romanları çok seviyorum hâlâ… Deneyim kazandırdığı, başka yoldaşların dünyasıyla tanıştırdığı kadar, büyük bir okuma alışkanlığı da yaratmıştı bizde… Hafızam yanıltmıyorsa, Gribçeva’nın kitaplarının çevirmeni de Bülent Habora’ydı…
O kitapların hiçbir şimdi yok kütüphanemde… Yok etmek, dağıtmak zorunda kaldım çünkü… Eylül karanlığında bir çuvala doldurup, evimizin hemen önündeki apartmanın, erik ağacından tırmanılan çatısına sakladım kitaplarımı. Daha sonra başka yerlerden gelen kitapları da koymak için birkaç kez girdiğim çatıda epey gürültü yapmış olmalıyım ki, en üst kat koşumuza yakalandım. Yakalanmadım da sesten işkillen komşum, kontrol için çıktığı çatıda çuvalları bulunca, ilk aklına gelen kişi olarak beni yanına çağırmış, yumuşak bir tonla, “Onları oradan yok et” demişti… Düşünüyorum da, o yıllarda ağır ceza mahkemesinde zabıt kâtibi olarak çalışan ışıklar içinde yatası komşum uyarmak yerine ihbarcılığı tercih etseydi, vah kiydi halime…
YOLU ZONGULDAK’TAN DA GEÇMİŞ
Daha önce de yazmışım Halkın Sesi’ne, yolu küçük bir çocukken Zonguldak’tan da geçmiş Bülent Bey’in… Köşe yazarı olduğu Evrensel gazetesinde anlattı bunu. Fırtınalı bir akşamda, öfkeden kuduran Karadeniz’in, güvertesinin solundan giren sularını, sağ yanından döken bir şilepte, serüven dolu bir yolculukla gelmiş Zonguldak’a… Kömür İşletmeleri’nde Etüd ve Proje Müdürü olarak çalışan amcası Süreyya Bey’in yanına gelmek için yaptığı bu yolculuk, İstanbul dışına ilk çıkışıymış da aynı zamanda. 70 yıl öncesinin Zonguldak’ına dair aklında kalan anılar nasıl da bugünü anlatıyor: “Sandala bindim kıyıya çıktık. “Nasıl beğendin mi Zonguldak’ı?’ diye sordu amcam. O gün gibi anımsıyorum, hiç beğenmemiştim. Çünkü her yer çamurlu ve kapkaraydı. Külüstür bir arabayla (Belki de o yıllarda Zonguldak’ta 10’dan fazla otomobil yoktu.) yokuş yukarı çıkmaya başladık. Bomboştu çevremiz, ne ev vardı, ne de başka bir şey. Yol vardı ama örneğin sokak lambaları falan yoktu.”
O yazı, “Bir daha göremedim Zonguldak’ı. Acaba nasıl katledildi kent ve çevresi?” diye bitiyordu… Yanıtını bizzat kendisinin çıplak gözle görmesi için davet etmeyi düşündüm okuyunca… Yazdığım yazıda dile getirdim hatta… Araya önce ihmalkârlığım, sonra da onun sağlık sorunları girdi… Utanıyorum yazmaktan ama unutup gittim ardından… Attila ağabeyin yazısını okuyunca ince bir sızı düştü içime ama iş işten geçmişti çoktan… Anlamadım gitti: Aşklar gibi hatıralar da bakım istiyor… Yaşadığımız hayatın hay huyu da bunu bize çok görüyor ne yazık ki… Bir garip solcu olarak, ufkumu genişleterek hayatıma açtığı yeni pencereler için teşekkür edip, vefasızlığımdan dolayı özür dilemekten başka ne yapabilirim ki Bülent Habora için… Işıklar içinde yat düşlerimi körükleyen adam…