İlk gençliğim acul bir solcu, her eyleme gözünü budaktan esirgemeden katılan ateşli bir militan olarak geçti… Hayatı ezberlenmiş tanımlar üzerinden kolaylıkla açıkladığımız o zamanlarda, anlamını yalnızca kendimizin bildiği pek çok kavram dolaşırdı dilimizde… Farklı sol gruplar birbirini “revizyonist”, “oportünist”, “pasifist” ya da “goşist” olarak nitelerdi mesela… Yol arkadaşlarının birbirine yöneltebileceği en büyük eleştiri “ajanlıktan” sonra “kariyerist” olmaktı… Solcu kendisi için bir şey istemeyen insan olmalı, tüm hayatı “savaşsız sömürüsüz dünya” idealine adanmalıydı kesinlikle…
Ağabeylerimizin sıkı tembihlerine göre “lümpenlikten” de uzak durmalıydık… Tüm bunlar, sol değerleri yaşamının bir paçası haline getirmeyi başaran solcular için iki önemli sonuç doğurdu: Birincisi kendimiz için bir şey istemeyi yaşamımızın her döneminde ayıp saydık… İkincisi de, nerede bir hakkı yenmiş, ezilmiş, zulme uğramış, yok sayılmış, kar hırsı ile değerleri yağmalanmış bir varlık varsa hiç tartışmasız onun safında yer aldık… “Varlık” sözcüğünü bilerek seçtim, buna insanlar, sınıflar kadar doğal varlıklar, uluslar, cinsiyetler, diller, dinler, renkler gibi pek çok kavram da dahil çünkü…
“EMEKÇİ POPÜLİZMİ” DÜŞÜNSEL HAYATIMIZI MALÛL BIRAKTI EPEYCE…
Ağzımızdaki terimlerden biri de “uvryerizm” idi… Toplumcu hareketin ancak işçilerin önderliğinde yürütülebileceğini savunan bu kavram hakkında kafamız bir parça net olsa da “emekçi popülizmi” konusu zorluyordu epeyce… Aziz Nesin, Maden İş Sendikası’nın, 1977’de, MESS işyerlerinde yaptığı büyük grevin stoklarını eritmek isteyen patronlarca tezgâhlandığını, sendikanın da bu oyuna geldiğini yazınca kızılca kıyamet koptu örneğin… Birçok yerde “Aziz sen nesin” sloganlarıyla protesto ettiğimiz büyük yazarın, belki de haklı nedenlerle hak arama mücadelesini suçlamasını kabul etmiyorduk…
Yıllar sonra düşünüyorum da, emeğin haklarına sahip çıkma kaygısıyla içine düştüğümüz “emekçi popülizmi” düşünsel hayatımızı, dünyayı anlama ve yeni yollar bulma çabalarımızı malûl bıraktı epeyce… Gerçek olan şu ki, ideolojik hattımızı, çoğu zaman toplumun en geri duygularının taşıyıcılığını üstlenmekle kalmayıp gerici hareketlerin insan kaynağını da oluşturan bir sosyolojiye göre belirlemeye kalktık… Böyle olunca da demokrasi, siyasal özgürlükler, toplumun farklı kesimlerine yönelen ayrımcılıkla mücadele, ekoloji gibi solun günümüzdeki olmazsa değerlerinden uzaklaştık…
SOL HAREKETLER SINIFA TÜMDEN YABANCI KALDI
Haksızlık etmeyeyim, emek mücadelesinin gerileyip konum yitirmesinde suçumuz çok… İçtenlikli ilişkiler geliştiremedik en başta… Duvarların yıkılmasının payı çok olsa da, sınıf içinde kalıcı insan tipleri yaratamadığımız gibi, egemen siyasete alternatif bir güç de çıkaramadık ortaya… Konjonktüre dayalı tepkileri örgütleme çabalarımız da sınırlı kalınca, sınıfa tümden yabancı kaldık… Belirleyici güç olmaktan çıkan solun baskısından kurtulan sendikalar çizgisinden hepten saptı, bir mücadele örgütü olmaktan çıkıp statü kazanma, sınıf atlama aracına dönüşerek egemen siyasete yedeklendi…
Malum, Ergün Atalay , “Uzasa işi karıştıracaktık” diyerek taleplerinin yarısını bile karşılamayan teklife imza attı bayramda… Çatlak sesler dışında, tabandan en küçük tepki de gelmedi… Bu normal, AKP’nin siyasal tabanını da oluşturan işçi sınıfı böyle bir dinamiğe sahip değil çünkü… Hak arama bilincini yitirdiği için grev de yapamazdı bence… Bazı şeyler üzerine yeniden düşünmek gerekiyor… Başta sendikalar olmak üzere tüm sınıfı sorgulayarak başlamalıyız işe… Emekçilerin AKP kıskacından nasıl çıkacağını popülizme düşmeden tartışmalıyız… Herkes yazsın bir kenara, bunu başaramazsak ülkeye de, kendimize de, emekçilere de bir hayrımız olmayacak…