Eğer, Konya’da, cumartesi gününden bu yana, insandan yana hasletler taşıyan herkesin içinde korlanan tanımsız acıyı, “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber” bağırtılarına karışan ısılıklarla hiçe sayan vicdansızlık olmasaydı, bu yazı, belki de hiç çıkmayacaktı ortaya… Ankara Garı’nın önünde bombaların patladığı andan itibaren, beni mecalsiz bırakan keder, değerlerini tümden yitirmiş insansılarla birlikte yaşıyor olmanın utancını katmerleyip, bu kadar abanmayacaktı belki de üstüme… Bir toplumsal cinnet haline işaret eden şuursuzluğu, “millet olma refleksi”, “vatan sevgisi” gibi safsatalarla açıklamaya çalışan kan emicilere karşı biriken öfke, bunca yıkıcı olmayacaktı yüreğimde… Başkalarının acısına saygı duyacak nezaketten yoksun yaratıklarla aynı dili konuşup, aynı coğrafyayı paylaşmak, aynı güneşin altında olmak, bilincime, bu denli utanç taşımayacaktı…
Evet, gerçekten çok utanıyorum bugünlerde, içimin uçsuz bucaksız ovaları dayanılmaz bir sancıyla dolu… Katliamlar bin üzerken, kimilerinin ortaya koyduğu vicdan yoksunu tavırlar on bin üzüyor beni, kendimi bitkin, mecalsiz hissediyorum… Ruhum üşüyor, çevremi saran bir avuç insanın sıcağı da olmasa hepten buz tutacak kahrından… Hiç abartısız söylüyorum ki, MC hükümetleriyle başlayıp, eylül faşizmiyle doruklara çıkan ve sonrasındaki ANAP, AKP iktidarınca sürdürülen tek tipçi, muhafazakarlaştırma politikaları insan kalitesini çok aşağılara çekti ülkemizde… Devlet elinde tuttuğu aparatlarla her türlü antidemokratik uygulamayı yaşama geçirip sonra da kılıf uydururken, her türlü muhalif düşünceyi şeytanlaştırdı. Palazlandırdığı “yandaş medya” ile de toplumun geniş kesimlerini etkileyen büyük bir kültür oluşturdu daha sonra…
“KÂMİL İNSAN” YERİNE SUÇ MAKİNELERİ
Kimi aklı evvellerin demagoji yapmalarına izin vermemek için yazıyorum: İnsan kalitesinin aşağılara çekilmesinden kastım farklı kültürlerin yükselmesinden duyduğum rahatsızlık değil kesinlikle… Aksine, çeşitliliğin bir toplumsal zenginlik olduğunu düşünüyorum. Belirtmek isterim ki, son elli, altmış yılda yeri geldiğinde baskı ve cebirle uygulanan tek tipçi muhafazakârlaşma politikaları vaaz edilen ruha uygun “kâmil insan” tipi yerine suç makineleri çıkardı ortaya… Daha önce de yazdım: Ensest, tecavüz, hırsızlık, yolsuzluk, irtikâp, gasp gibi yüz kızartıcı suç oranlarında akıl almaz bir yükselme yaşandı. Toplumsal dayanışma duygusu kaybolurken, insanı insanın kurdu sayan bireycilik, çıkarcılık tavan yaptı. Para en kutsal değer haline gelirken babasının çocuklarına, karısının kocasına güvenmediği bir garabet meydana geldi… Okuma, öğrenme, bilgisine varma, vakıf olma gibi edimler gereksiz bir zahmet haline dönüştürülürken, kahvehane lakırdısı düzeyindeki içeriksiz sözler toplumsal kültür olarak ezberletildi…
Bu çarpık ideolojinin baş aktörleriyse “milli değerler”, “din” gibi tabularla, başta “bayrak” olmak üzere fetişleştirilen değerler oldu. Bilimsel düzeyde de olsa “milli değerler” denen kavramın ne mene bir şey olduğunu sorgulamak pek olanaklı olmadı bizim ülkede… Hele ki dinsel kavramları tartışmaya açıp yeni açınımlar sunmak belaya davetiye çıkarmakla eş değerdi… Oluşturulan bayrak fetişizmiyse akıllara ziyan görüntüler çıkardı ortaya… Birbirine tümden karşıt iki grup, ellerlindeki bayrakları sallayarak birbirine en galiz küfürleri etmekte; vazifesi, sözüm ona “bayrağı yere düşürmemek” olan güvenlik güçleri, müdahale ettikleri göstericilerin ellerindeki bayrakları yerlerde sürüklemekte hiçbir beis görmedi… “Bayrağını al da gel!” çağrısıyla alanlara toplanan yüz binler, bayrakların üzerine oturup mitingin sonunda alanı bayrak mezarlığına çevirirken de aynı ruh hali içindeydi… En kötüsü de ulusal bütünlüğümüzün simgesi olan bayrak, tüm kötülüklerin, hukuksuzluğun üstünü örten bir malzeme haline dönüştürüldü…
İNSAN OLMANIN BEDELİ NİYE BU KADAR AĞIR
Bu sosyoloji ile ayakta kalan iktidarlarsa bu kültürü besledi sürekli, tüm devlet aygıtını buna göre şekillendirdi… Okullardaki idarecilerden, üniversitelerdeki yöneticilere, polis teşkilatından, askeri yapılanmaya kadar tüm birimler, ilhamını insanlığın ortak değerlerinden alan yurttaş haklarını değil, devleti yöneten dar kadronun oluşturduğu statükoyu korumakla görevli saydı kendini… Doksan yedi kişinin öldürüldüğü bir katliamı protesto etmek için sokağa çıkan muhalifler tam da bu nedenle gaza boğulur, şiddet uygulanarak dağıtılırken, şehit cenazelerini protesto bahanesiyle her yeri yıkıp yakan şuursuzlara “toplum refleksi” denilerek göz yumuldu… Öldürülen her polis, pusuya düşürülen her asker için saldırıya uğrayanlar için de herkes gözyaşı döküyordu oysa…
Konya’da saygı duruşunu ıslıklayarak dünyanın nefretini üzerine toplayan vicdansızlık tam da bu algının ürünü olarak ortada zaten… Kendini bu devletin asli sahibi sayan birileri, kendinden farklı düşünen herkesin, en cani yöntemlerle öldürülmesini mubah sayıyor, bedenlerinin bin parçaya ayrılmasını bile az sayan bir canilikle bakıyor hayata. Israrla barışı savunmak, bulduğu her yerde “Eller tetikten çekilsin” çağrısı yapmak, ölen herkes için gözyaşı dökmek hiçbir şey ifade etmiyor onlar için… Kendileri gibi düşünen tek tipçi anlayış ve gerçekliği kendilerinin bildiği üç beş sözcükle açıklayan yozluktan başka hiçbir kıstasları yok… Faşizm denen insanlık dışı olgunun bir gün kendilerini de yakacak bir ateş olduğunu nasıl anlatmalı bilmem ki onlara… Yahu bu insanlarla nasıl bir arada yaşayacağız biz? Bizden geçti ama çocuklarımız nasıl katlanacak bunca zulmete? İnsan olmanın bedeli niye bu kadar ağır bu ülkede?